Mesuliyet/sorumluluk, Türkiye’de üzerinde en fazla durulan fakat üzerine gerçek bir üretimin neredeyse yapılamadığı bir kavramdır. Kendisini “ne yapmalı?” sorusunun ardına gizler. Konuşmanın düzlemini hep öteki için yapılan planların konuşulduğu bir mahale evirir. “Gerçek” bir soru ya da sorun olmaktan ziyade bitimsiz şikayetlerin de temelini oluşturur. Başka bir ifadeyle, daimî gecikmişlik söyleminin zeminidir. Gecikmişlik, bir tür bozulma ve anlamlandıramamanın getirdiği sancının hissiyâtı olarak okunabilir. Bütün bu zaman ve zemin içerisinde mimarî, mesuliyet yükünden çokça payını alır ve yakın gelecekte de almaya devam edeceğe benziyor. Varlığın bütün alanlarını kapsayan mimarî, her türlü “gecikmişliğin” en açık görüntüsünü cismen verirken, böylesi bir yükten alacağı payenin hem oldukça ağır hem de şiddetli olacağı da açıktır. Bu paye, geçmiş zamanlardan şimdiye değin, her dönemde kendisini başka suretlerde gösterir. Mimarinin şehre ve insana dair mesuliyetinin getirdiği yükle ilgili yapılan konuşmalar, kimi zaman Gelibolulu Mustafa Âli Efendi’nin dilinde “Lâkin hemân dirliklerin kesüp kendüleri öldüresin”1 şeklinde bir tehdide kimi zaman da Ahmet Haşim’in dilinde “Süleymaniye’’nin taşlarını ölçen pergeli, düştüğü yerden kaldırıp kullanacak artık hiçbir insan eli yoktur”2 şeklinde bir feryada dönüşür.