İnsan neyi bilirse bilsin bilmedikleri hep vardır.
Bazı şeyleri bildiğini sanır. Sonradan işlerin bildiği gibi olmadığını fark eder. Dolayısıyla bildiğine karşı bir güvensizlik alttan alta kendisini hemen her zaman hissettirir.
Bazı şeyleri örtük biçimde biliyordur ama bir türlü bilince çıkarıp “işte bu” diye karşısına koyamaz.
Bazı şeyleri bir cihetten bilir, varlıklarının farkındadır ama niye öyle olduklarını bilemez, bir açıklamalarını veremez. Bu itibarla, bilinmeyenin ufku kendisine henüz bilmediği ama gelecekte bilebileceği şeyler olduğunu sezdirir.
Ve insan, bazı şeyleri bilemeyeceğini de bilir.
İnsanın bilinmeyenle dansı süreklidir. Bilinmeyenle nasıl irtibat kuracağı belki de vereceği en önemli karardır.
Bilinmeyen, insana farklı külfetler yükler.
İnsanın bildiğini sandığı şeyler üzerine yaşamını kurması pek çok sakınca doğurur. Bu sakıncalara karşı alabileceği belki de yegâne önlem bildiğini sandığı şeylerin sürekli olarak eleştiriye açık tutulmasıdır. Dolayısıyla bilinmeyenle bu cihetten ilişki kurarken insanın yüklenmesi beklenen külfet eleştiriye tahammül etmektir.
İnsan bazı soruların cevabını verebilecek durumdadır. Lâkin bu cevaplar birisinin kendisine doğru soru veya soruları sormasını bekler. Bu sorular bir terapi seansında bir uzman veya eğitim sürecinde bir hoca veya meslektaş tarafından sorulabilir. Farklı düzeylerde sorulara ve sorgulamaya kendini açma külfetini yüklenmeyen, bazı bildiklerini bilinç düzeyine çıkaramamanın olumsuz sonuçlarını ve sıkıntılarını yaşar.
İnsanın bilmediği ama bilebileceği şeylerle irtibatı ise – bireysel ve toplumsal düzeyde – eğitim ve araştırmanın bir bütün olarak düzenlenmesini içerir. Sahip olunan bilginin toplumun bireyleri tarafından edinilmesi ve bilginin sınırlarının farkına varılması işin eğitim yönünü, gelinen noktadan ileriye yeni yolların aranması ise işin araştırma yönünü ifade eder. Eğitim ve araştırmaya ayrılan zaman ve harcanan emek gerek birey gerekse toplum düzeyinde büyük bir külfetin atına girmeyi gerektirir.