Modern Batı felsefesinin genel karakterlerinden birisinin “biyoloji korkusu” olduğu söylenebilir. Descartes ile başlayan Kartezyen rasyonalist gelenek ya bedeni zihnin karşıtı yaparak ya da bu karşıtlığı kabul etmediği yerde özgürlüğü ortadan kaldırarak, özgürlük ile beden arasındaki ilişkiyi kesmişti. Ya Descartes gibi biyolojik bedeni saat gibi işleyen bir makine olarak anlama ya da Spinoza gibi bedene sahip çıkmak ama özgürlüğü imkânsız hale getirme seçenekleri sunuldu. Özgürlüğün büyük düşünürü Immanuel Kant, insanın temel belirleniminin özgürlük olduğunu iddia ederken, aklın yasasına göre özgür biçimde davranmanın tek şartının, bedenin belirlenimlerinden kopmak olduğunu düşündü. Yani Kant’a göre, biz insanlar sadece arzulardan, iştihalardan, çevresel şartlardan etkilenen bir varlık değiliz, doğa yasalarına tâbi hayvan krallığına ait bedenlerimizin ötesinde, akıl sahibi varlıklar olarak amaçlar krallığına ait varlıklarız. Öyleyse ne zaman özgürce eyleyeceksek, o zaman biyolojik bedenin karşısına dikilmemiz gerekecektir. Biyoloji özgürlüğün engelidir. Biyolojik bedeni aşma furyasına bazı yönleriyle romantik gelenek dâhil olsa da özellikle Hegelci gelenekte bu eğilim baskın şekilde görülür. Buna göre, tin kendini bulabilmesi için adım adım doğal belirlenimleri ardında bırakacak, organik doğadan koptuğu ölçüde kendi kendisini belirleyebilecektir. Mekanik ve biyolojik yasalarla işleyen doğaya ve bedene karşı, kendi kendisini belirleme gücü (otonomi), özgürlüğün temel koşulu olarak görülmüştür. Marksist gelenek, Hegelciliğe karşı daha naturalist bir yaklaşıma sahip olsa da bu düşünme tarzının da özgürlük adına tüm mücadelesinin, emek yoluyla doğayı dönüştürmek ve kendi kendini belirme kapasitesine ulaşmak olduğu söylenebilir. Belki bir tek Nietzsche, biyolojik bedene verdiği değer ile bu konuda çizgi dışı görülebilir ama onda da biyoloji ile bu yakınlaşma hemen ardından bedeni alt etmek için sonsuz bir çabaya dönüşür. Bir de yirminci yüzyılda Henri Bergson’u bu açıdan tamamen çizgi dışında görmek gerekir. Bergson “yaratıcı tekâmül” fikri ile özgürlüğü biyolojik yaşamın içine dâhil etmeye çalışarak bir anlık bir heyecan yaratmıştı. Savaş sonrasında felsefe sahnesini Bergsonculardan devralan varoluşçular ise, çağdaş felsefede biyoloji karşıtlığının en yılmaz savunucuları oldular. Her ne kadar varoluşçular, rasyonalist akıl ve özgürlük anlayışına karşı çıkarak, bedenin olgusallığını kabul ediyor olsalar da özellikle Sartre çizgisindeki varoluşçular tüm vehbî koşullara karşı, kendi kendimizi seçme gücümüze yatırım yaptılar.