Hakikat Meselesi

Tahsin Görgün

Tahsin Görgün



1.

Bugün ve burada hakikati bir mesele olarak müzakere etmemiz, mesela 15. yüzyılda Şerhü’l–Akaid’e hâşiye yazan âlimlerimizin eşyanın hakikati sabittir ve bunların bilgisi tahakkuk etmektedir tezini açıklamalarından veya Mu’tezili âlimlerin, akıl sahibi varlıklarının ilk vazifesinin marifetullah anlamında hakikati araştırmak olduğu tezi etrafındaki müzakerelerden esas itibariyle farklılık arz ediyor. Benzer bir şekilde bizim soru/n/umuz Molla Câmi’nin 15. yüzyılda Kelamcılar, Filozoflar ve Sûfiler arasındaki ihtilafı müzakere ederken veya hatta öncesinde Gazâlî’nin el–Munkız’daki sorunu ve sorusundan da daha farklıdır. Buradaki fark insanların merakı cihetinden değil, Hakikat ile ilgili sorunun bağlamı ile alakalı, yakın geçmişimize kadar meseleyi müzakere edenler psikolojik, ahlâkî ve daha genel mânâda medeniyet cihetinden izzetli bir konumda, kendi halleri ve konumlarının mahiyetini keşfetmek için, Hakikat meselesini müzakere ediyorlardı. 

Bizim sorumuz Şerhu’l–Akaid muhaşşilerinin ve Mu’tezile’nin sorularından daha çok sanki 17. yüzyıl düşünürü Descartes’ın sorusuna benziyor. Bu aynı zamanda 20. yüzyılda Heidegger’in hakikatin mahiyeti ile ilgili sorusuna da benzemekle birlikte, bunlardan da belli cihetlerden ayrılıyor. Descartes’ın sorusu kendisine güveni kaybetmiş bir toplumun içine düştüğü amansız şüphecilikten bir çıkış yolu arama bağlamında anlamlı iken, Heidegger Birinci Dünya Savaşı sonrası Almanya’sının şimdisi ve geleceği ile ilgili kaygılardan beslenen ve bu kaygıları karşılayacak bir gelecek inşası sürecinde meseleyi vaz edip, müzakere ediyor. Descartes’ın orientasyonunu sağlayacak bir Orient’i mevcut olduğu gibi Heidegger’in de en azından, ihya ederek inşa edebileceğini umduğu bir düşünce birikimine bakması ve buradan istimdâd etmesi, en azından kendisine, mümkün gözüküyor. O da bu imkânı kuvveden fiile geçirmek için gayret ediyor. Biz durumumuzu tabii ki bunlardan biri veya başkası ile benzeştirmek veya hatta özdeşleştirmek zorunda değiliz. Yine de bazı benzerlikler ve farklılıkları dikkate alarak meseleye yaklaşmayı kolaylaştırabiliriz.

Aynı minvalden olmak üzere Emir Hüseynî’nin Şebüsterî’ye sorduğu ve Heidegger tarafından da cevaplanmaya çalışılan sorular, bizim sorumuzla benzerlik taşıyor mu? En azından onun sorusunun bizim sorularımızla bir irtibatını kurabilir miyiz? 




Makalenin devamını okumak için Abone Olun