“Biz, her şeyi apaçık bir kitapta sayıp yazmışızdır.” (Yâsin 36/12)
Nefsü’l–emr terimi, İslam düşünce tarihinde İbn Sînâ sonrası dönemde, bilhassa Fahreddin er–Râzî’yle birlikte, gündeme gelen bir sorun olarak görünür. Sorunun kaynağında İbn Sînâ’nın varlık–mahiyet ayrımı olduğu söylenebilir. Fakat İslam’ın müteahhirûn döneminde müstakil bir sorun olarak bütün derinliğiyle kavranmışsa da meselenin kadîm döneme uzanan bir geçmişi vardır. Yine günümüzde de sorun aynıyla devam etmektedir. Dolayısıyla nefsü’l–emr sorununu, üç ayrı dönemin hassasiyetleriyle ele alabiliriz: İbn Sînâ öncesi dönem, İbn Sînâ’dan modern felsefenin istiklalini ilan ettiği on sekizinci yüzyılın ikinci yarısına kadarki dönem ve nihayet modern felsefenin hâkimiyetini tesis ettiği son iki yüzyıl. Önce nefsü’l–emrin yahut kendinde şeyin, müstakil bir sorun olarak kavranmasına vesile olan varlık–mahiyet ayrımının tam olarak bu soruna nasıl yol açtığını belirginleştirelim.
Bilindiği üzere İbn Sînâ, bir şeyin varlık ve mahiyetini ayırıp mahiyetin kendinde neyse o olduğunu; varlık ve yokluğun mahiyete dâhil olmadığını söylemiştir. Buna göre mahiyet, bir şeyin ne olduğu sorusuna verilen cevaptır ve bu cevapta söylenenler, o şeyin dışta gerçekleşiyor olması bakımından hakikatini; kendisi dışındakilerin tamamını dışta bırakıp sadece kendisi ne ise onu ifade ediyor olması bakımından zâtını; gerçekleştirdiği tüm fiillerin kaynağında bulunuyor olması bakımından suretini ifade eder. Mesela atın ne olduğunu sorup da “kişneyen canlı” cevabını verdiğimizde onun mahiyetini ifade ederiz. Kişneyen canlı kavramına atın var veya yok olduğu dâhil olmadığı gibi varlık ve yokluğun uzantısı olan durumların hiçbiri de dâhil değildir. Dolayısıyla at kendinde neyse odur yani sadece kişneyen canlıdır; var değildir, yok değildir, bir değildir çok değildir vs… Bir şey kendisi olmadan belirli bir şey olamayacağından; mahiyet, zihinde veya dış dünyada var olduğunda ise önce kendisi olur sonra belirli bir zihinde aklî bir suret olur, dış dünyada belirli bir fert olur. Mesela bir insan ferdi, dış dünyada var olduğunda önce insan sonra Ömer, Ayşe vs. olur. Onu Ömer veya Ayşe yapan tüm özellikler, insan mahiyetini ifade eden düşünen canlı kavramına ilave durumlardır. Evet düşünen canlı, Ömer veya Ayşe olarak belirginleşmiştir fakat ne onu belirli bir fert olarak belirginleştiren durumlara indirgenebilir ne de belirginleştirici durumlar, düşünen canlı kavramının “kendisine” katılabilir. Ancak mahiyet, dışta veya zihinde sadece kendisi olarak bulunmaz; belirli bir fert olarak yahut belirli bir mâkûl suret olarak bulunur. Evet, bir şey kendisi olmadığında başka herhangi bir şey olamayacağından belirli bir ferdi veya zihindeki anlamı tahakkuk ettiğinde mahiyetin kendisi de tahakkuk eder ama mahiyet sadece kendisi olarak tahakkuk etmez. Mesela “düşünen canlı” herhangi bir varlık seviyesinde sadece “düşünen canlı” olarak bulunamaz. Mahiyetin bu seviyesine İbn Sînâ, herhangi bir belirginleşmeden yani varlık ve yokluğun gereklerinden tamamen arınmış anlamında mutlak mahiyet adını verir. İşte bu mutlak mahiyet, İbn Sînâ felsefesinde aklın bir itibarı olarak kavranıyor görünür ve bu haliyle ‘mahiyet nerededir?’ sorusuna yer bildiren herhangi bir cevap verilemez. Çünkü verilecek bir cevap, mahiyetin kendiliğini ifade edeceğinden veya tanımına gireceğinden mahiyetten asla olumsuzlanamaz. Bu sebeple de mahiyete kendisi olması bakımından bir yer nispet ettiğimizde, o yer ve mahal dışında mahiyetin bulunması imkânsızlaşır.