“Arz–ı Mev’ûd” Bir Masal mı? İşgalin Teopolitiği

Şinasi Gündüz

Şinasi Gündüz



Filistin’in işgaline ve işgalcilerin Kudüs ve Mescidi Aksa’ya yönelik tacizlerine karşı bir başkaldırı olan 7 Ekim “Aksa Tufanı”, destansı bir direniş olmanın ötesinde birçok şeyi ifşa eden yapısıyla da dikkati çekti. Örnek olarak işgalci Siyonistlerin, küresel medya, sinema ve benzeri enstrümanların da yoğun desteğiyle yıllar yılı kendileri lehine oluşturdukları mazlum ve mağdur rolüne dayalı maskeyi çekip atarak onların gerçek yüzlerini ifşa etti. Aynı zamanda işgalcilerin bölgede yıllardır oluşturdukları yenilmezlik mitosunu yıktı. Yine bu direniş; hak, hukuk ve özgürlük konusunda mangalda kül bırakmayan Batı’nın bu konulardaki ikircikli ve iki yüzlü tavrını tüm çıplaklığıyla gözler önüne serdi. Hegemonik Batı güçlerinin emperyalist ve kolonici karakterine hâlâ ne kadar bağlı olduğunu, siyasî, ekonomik ve askerî çıkar ve menfaatleri önünde hiçbir kural tanımadıklarını tüm dünyaya gösterdi. Bu arada içinde yaşadığımız bölge iktidarlarının ne kadar küresel güçlerin etkisi altında bulunduğunu ve onlardan bağımsız hareket edemediklerini de gözler önüne serdi.

Aksa Tufanı’nın bir başka dikkati çeken etkisi tüm çıplaklığıyla küresel Siyonizm’in zihin yapısının ifşa edilmesidir. Öyle ki Siyonizm, Filistin’i işgal eden ve Holokost endüstrisinin yoğun çabasıyla özellikle Batı ülkelerinde kendisine özel bir dokunulmazlık zırhı edinerek sürekli korunup kollanarak meşrulaştırılan üç beş milyon işgalciyle irtibatlı değildir. Siyonizm, küresel anlamda mevcut dünya düzenini kontrol eden hegemonik bir yapıdır. Bu nedenle Gazze’de cereyan eden savaşta Filistinliler yalnızca Filistin’deki işgalci Siyonistlerle değil; onlara askerî, ekonomik ve siyasî her türlü desteği veren ABD’den İngiltere’ye Fransa’dan Almanya’ya küresel Siyonistlerle de mücadele etmektedir.

Ayrıca Aksa Tufanı, Siyonist bir proje olan işgalci İsrail’in Gazze’de ve Filistin’in diğer bölgelerinde yaptığı soykırımı ve etnik temizliği, kendilerini İsrailoğullarıyla özdeşleştiren Yahudilerin etnik seçilmişlik bağlamındaki inanç ve öğretilerinden hareketle nasıl meşrulaştırdıklarını gösterdi. Kuşkusuz işgalci Siyonistler, soykırım ve etnik temizlik noktasına varan katliamlarını savunma bağlamında gerek seküler dünyaya gerekse dinî hassasiyete sahip olan Yahudiler ile Hıristiyanlara çeşitli argümanlar geliştirdiler. Terörle mücadele ettikleri, bağımsızlıklarını korudukları hatta bununla Batı halklarının özgürlük ve egemenliklerini korumaya çalıştıkları iddiasıyla seküler dünyaya kendilerini anlatmaya çalışırken eylemlerini teolojik bir perspektiften hareketle meşrulaştırma yoluna giderek Yahudi ve Hıristiyan çevrelere mesaj verdiler. Bu doğrultuda meselâ başta Netanyahu olmak üzere Siyonist siyasî ve askerî liderlerce yaptıkları eylemler, Tanrı’nın kurtuluş planında önemli bir yer tutan “ışık halkının karanlık güçlere karşı yürüttükleri bir mücadele” olmakla nitelendi. Nitekim ışık ve karanlık halkları ve bunlar arasındaki mücadele, din dilinde karşılığı olan (örnek olarak Yeşaya 9:2, Mezmurlar 112:4, Matta 4:16, Efeslilere Mektup 6:12) ve tarih boyu başvurulan şiddeti sıkça meşrulaştırmada kullanılan bir söylem olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu söylem, yalnızca Filistin’de uygulanan şiddet ve katliamı meşrulaştırma bağlamında işgalci Siyonistler tarafından değil, Irak’ın işgalini ve Doğu Bloku olarak tanımlanan güçlere karşı tutumunu meşrulaştırma bağlamında Batılı liderler tarafından da sıkça kullanılmıştır.

Siyonist liderler, katlettikleri Filistin halkını “karanlık güçler” olmakla itham ederken aynı zamanda onları Tanrı’nın seçilmiş halkı olarak nitelenen İsrailoğullarının azılı düşmanları olan Amaleklerle de özdeşleştirdiler. Yahudi kutsal kitabında Amalika’nın ya da Amaleklerin, Tanrı’nın seçilmiş halkı olan İsrailoğullarının kendilerine vadedilen Kenan diyarına doğru ilerlemelerinde onlara saldıran (Çıkış 17:8) ve onları yok etmeye çalışan can düşmanları olduğu söylenir. İsrailoğullarının bu can düşmanlarına karşı Tanrı, kendi halkını yani İsrailoğullarını korumuş, İsrailoğulları lideri Yeşu’ya (Joshua) verdiği buyrukla onların yok edilmesini emretmiştir: 

“Şimdi git Amalek’e saldır, sahip oldukları her şeyi yok et, onlara acıma; erkeği, kadını, bebeği, süt emen çocuğu, öküzü, koyunu, deveyi, eşeği hepsini katlet” (1 Samuel 15:3). 

Filistinlileri İsrailoğullarının azılı düşmanı Amaleklerle özdeşleştiren zihin yapısı, bununla, kadın, erkek, çocuk, yetişkin tüm Filistinlilere ve onlara ait olan tüm canlılara karşı başvurduğu katliamın Tanrı’nın iradesine uygun meşru bir tavır olduğu mesajını vermiştir.

Bundan başka işgalci Siyonist liderler yaşanan bu mücadelede kendileri aracılığıyla Kutsal Kitap’ta sözü edilen Yeşaya kehanetinin gerçekleşeceğine de vurgu yaptılar. MÖ sekizinci yüzyılda yaşadığı var sayılan Yeşaya’ya atfedilen kitapta, günahkârlıkları nedeniyle Tanrı tarafından cezalandırılan Tanrı’nın seçilmiş halkı İsrailoğullarının Tanrı ile irtibatlarının yeniden kurulduğu gelecek dönemde İsrailoğullarının vadedilen topraklarda yeniden egemen olacakları kehanetinde bulunulmaktadır:

“Yabancılar senin surlarını onaracak, kralları sana hizmet edecek. … Sana kulluk etmeyen ulus ya da krallık yok olacak. … Seni ezenlerin çocukları gelip önünde eğilecekler. Seni hor görenlerin hepsi, ‘Rabbin kenti İsrail’in Kutsalı’nın siyonu’ diyerek ayaklarına kapanacaklar. … Ülkenden şiddet, sınır boylarından soygun ve yıkım haberleri duyulmayacak artık.” (Yeşaya 60:10–19). 

Beklenen Mesih dönemine yönelik eskatolojik bir beklenti olan bu kehanet, İsrailoğullarının korku ve endişeden uzak şekilde Kudüs merkez olmak üzere vadedilen topraklarda mutlak egemenlik tesis edeceklerine, diğer tüm halkların onlara hizmet edeceklerine ve onlara karşı çıkan herkesin yok edileceğine dair bir gelecek öngörüsüdür.

Bununla Siyonist liderler, Gazze başta olmak üzere Filistin’de, Filistin halkına karşı yürütülen ve soykırım mesabesine varan şiddeti ve katliamı kutsal metin merkezli bir meşruiyet zeminine oturttular. Amaleklere, Yeşaya kehanetine ve karanlık güçlerle mücadeleye atıfta bulunmak suretiyle kutsal metin merkezli bir meşruiyet algısı inşa etmeye çalıştılar. Kuşkusuz bu algı, yalnızca Siyonist liderlerle sınırlı kalmadı. Her ne kadar Satmar Yahudileri ve Naturay Karta gibi Anti–Siyonist Haredi gruplarca reddedilse de gerek işgal altındaki Filistin’de gerekse ABD ve diğer Batı ülkelerinde yaşayan birçok Yahudi arasında bu algı genel kabul gördü. İşgal altındaki topraklarda birçok Rabbinik önder, asker ve siyasetçi, bu algıyı yaymak için özel bir çaba sarfetti. 

Böylelikle işgalci Siyonistler, kutsal metinden hareketle bugün yaşanan hadiseyi bir şekilde geçmişle ve gelecekle ilişkilendirdi. Buna göre Siyonistlerin bugün mücadele ettikleri güçler, İsrailoğullarının geçmişteki can düşmanlarıyla özdeştir ve bugün verilen mücadele kutsal metinde geleceği müjdelenen mutlak egemenlik döneminin inşası mücadelesidir. Dolayısıyla büyük çoğunluğu çocuk ve kadın olmak üzere on binlerce Filistinlinin katledildiği ve okul, hastane, mabet, konut, park ve bahçe; Gazze’deki tüm yaşam alanlarının, hatta tüm canlıların fütursuzca bilinçli şekilde yok edildiği bu katliam, onlar açısından Tanrı’nın iradesine ve Tanrı’nın planına uygundur. Bu bağlamda bugün Filistin’deki işgalci Siyonistler, Tanrı’nın seçilmiş halkı olarak bir taraftan bu seçilmiş halkın tarihsel can düşmanlarının bugünkü temsilcileri olarak görülen Filistinlilerle mücadele ederken ve yaşlı genç kadın erkek ayırt etmeksizin onları katlederken bu eylemlerini tarihte gerçekleştiğine inandıkları bir hadiseyle özdeşleştirmekte, bir taraftan da Yeşaya tarafından müjdelenen İsrailoğullarının vadedilen topraklardaki mutlak egemenliğinin ifadesi olan Mesih döneminin kendileri aracılığıyla tesis edilmekte olduğu mesajını vermektedirler. 

Esasen 1917’den bugüne yüz yılı aşkın süreçte Filistin’in işgaline, Filistinlilerin sürülmelerine, katledilmelerine ve topraklarının gasp edilmesine yönelik her hadisede işgalci Siyonistlerin zihin yapıları genelde böyle olmuştur. Bu zihin yapısının temelinde kendilerini İsrailoğulları etnik kimliğiyle özdeşleştiren Yahudilerin etnisite olarak seçilmişlikleri ve bu seçilmiş halka Tanrı tarafından vadedildiğine inanılan Arz–ı Mev’ûd inancı yer almıştır. 

Her ne kadar Siyonizm, Hıristiyan Batı ülkelerindeki Yahudi sorununa bir çözüm bulmak amacıyla on dokuzuncu yüzyılın ulus–devlet furyasından etkilenerek Yahudilere bir vatan oluşturmaya yönelik seküler bir akım olarak ortaya çıkmışsa da, özellikle İkinci Dünya Savaşı öncesi Avrupa’da yaşanan olaylara paralel olarak hızla dinî referanslara ağırlık veren bir harekete dönüşmüştür. Siyonist harekete başlangıçta mesafeli duran dindar Yahudiler de buna paralel olarak Siyonizm’i önemli ölçüde benimsemişler ve Siyonist bir proje olan Filistin’in işgaline fiili destek vermişlerdir. 

Yahudilerin Tanrı katında etnik kimlik olarak seçilmiş bir halk oldukları ve vadedilen toprakları (eretz muvtahet) bu seçilmiş halka Tanrı’nın verdiği inancı Siyonizm’in dini bağlamdaki en temel motivasyonu olmuştur. Bu kanaat yalnızca Yahudiler tarafından değil, birçok Hıristiyan tarafından da güçlü şekilde benimsenmiştir. Esasen Batı Avrupa’dan Kuzey Amerika’ya birçok Batı ülkesinde bazı Hıristiyan akımların en azından on dokuzuncu yüzyıl başlarından itibaren literal metin okumasından hareketle İsrailoğullarının seçilmişliği, vadedilen topraklar ve Yahudilerin vadedilen topraklara dönüşleri anlatısı bağlamında Yahudilerin Filistin’e, Yudea bölgesine dönmeleri gerektiğine yönelik güçlü bir beklenti içinde oldukları bilinmektedir. Hatta Kitabı Mukaddes’teki çeşitli pasajlardan hareketle, İsa Mesih’in yeryüzüne inerek Tanrı Krallığını kurması öncesi sürgündeki Yahudilerin Filistin’e dönmeleri (Tesniye 30:3, Yeşaya 43:6, Hezakiel 34:11–13), burada tapınağı inşa etmeleri (Danyal 9:27, Matta 4:5, Vahiy 11:1), civar halkların onlara saldırmaları (Danyal 9:26–27, 12:1, 11, Zekeriya 11:16) ve benzeri gelişecek hadiselerin bir an önce yaşanması beklentisi içinde olmuşlardır. “Hıristiyan Siyonistler” olarak adlandırılan ve günümüzde özellikle Kuzey Amerika’da ve Batı Avrupa’da oldukça etkili olan bu grup, Filistin’deki işgalcilere verdikleri sınırsız destekle öne çıkmaktadır. Dahası bunlar, işgalci Yahudilere her türlü desteği vermenin dini bir vecibe olduğuna inanmaktadırlar.

Etnik seçilmişlik öğretisi bağlamında Yahudilik etnosentrik bir dindir. Seçilmişliğe dair bu öğreti, baştan sona Yahudi geleneğinin merkezinde yer almaktadır. Yahudiler, ilk insan Hz. Âdem ile insanlığın ikinci atası Hz. Nuh aracılığıyla Tanrı’nın tüm insanlıktan aldığı ahitte, insanlığın tabiri caizse sınıfta kaldığına, bu nedenle Tanrı’nın İsrailoğullarından özel anlamda bir ahit aldığına inanmaktadırlar. Tanrı’nın “antlaşmamı seninle ve soyunla kuşaklar boyunca, sonsuza dek sürdüreceğim. Senin, senden sonra da soyunun Tanrısı olacağım” (Tekvin 17:7) diye hitap ettiği Hz. İbrahim’in şahsında onlardan alınan bu ahit doğrultusunda onlar “Tanrı’nın öz halkı”, “kutsal bir halk” (Tesniye 7:6, 14:1–2), “Tanrı Oğlu” (Hoşea 11:1) ve “Tanrı’nın ilk doğanı” (Çıkış 4:22–23) olarak nitelenmiş ve onların konumunun diğer tüm halklardan üstün ve ayrıcalıklı (Levililer 20:26, Tesniye 26:19) olduğu vurgulanmıştır. 

Yahudi inancına göre Tanrı, etnik bir kimlik olarak diğerlerinden farklı ve üstün şekilde ayrıcalıklı olan İsrailoğullarıyla yaptığı ahde karşılık onlara kutsal toprakları (eretz ha kodeş) vadetmiştir. Yahudi kutsal metnine göre Tanrı, Hz. İbrahim’e “Bir yabancı olarak yaşadığın toprakları, tüm Kenan ülkesini sonsuza dek mülkünüz olmak üzere sana ve soyuna vereceğim. Onların Tanrısı olacağım.” (Tekvin 17:8) diyerek Hz. İbrahim’in bir yabancı olarak gelip yerleştiği tüm toprakları ebediyen ona ve onun soyundan gelenlere vermeyi vadetmiştir. Vadedilen toprakların sınırları kutsal metinde ayrıntılandırılmış ve büyük Fırat Irmağı ile Mısır Nehri arasındaki tüm bölgeyi kapsar şekilde tanımlanmıştır:

“Mısır Irmağı’ndan büyük Fırat Irmağı’na kadar uzanan bu toprakları, Kenlilerin, Kenizlilerin, Kadmonluların, Hititlerin, Perizlilerin, Refalıların, Amorluların, Kenanlıların, Girgaşlıların, Yevusluların topraklarını senin soyuna vereceğim.” (Tekvin, 15:18–21).

Bu anlatıya göre Tanrı, Hz. İbrahim aracılığıyla onun soyundan ahit almış ve onlara bu toprakları vermeyi vadetmiştir. Ancak Tanrı, 

“Karın Sara sana bir oğul doğuracak, adını İshak koyacaksın … onunla ve soyuyla antlaşmamı sonsuza dek sürdüreceğim” (Tekvin 17:19) 

diyerek bu vaadin “halkların babası” olan Hz. İbrahim’in tüm soyundan gelenleri değil, yalnızca Hz. İshak soyundan gelenleri kapsadığını belirtmiştir. Hatta bu vaat, Hz. İshak’ın soyundan gelen herkes için de değil; yalnızca Hz. İshak’ının küçük oğlu Hz. Yakub ve soyu için geçerli olacaktır. Zira Yahudi kutsal metni, bir ekmek ile mercimek çorbası karşılığında ilk oğulluk hakkını Yakub’a sattığını vurguladığı (Tekvin 25:29–34) Hz. Yakub’un kendisinden önce doğmuş olan ikiz kardeşi Esav’ı da bu vaatten dışlamaktadır (Tekvin 27:35–38). Anlatıya göre Hz. İshak aslında ilk oğlu Esav’ı kutsamak istemiş ama Yakub, annesiyle kurduğu bir oyun ile babası İshak’ı kandırmış ve Esav yerine kendisinin kutsanmasını sağlamıştır.

Burada dikkati çekici bir husus, Yahudi kutsal metnindeki İsrailoğullarının seçilmişliğine ve kutsanmışlığına dair anlatıda bu seçilmişliğin ve kutsanmışlığın nesilden nesle Hz. İbrahim’e kadar geriye doğru da yapılması ve İsrailoğullarının ataları olarak kabul edilen kişilerin diğerlerinden ayrıştırılmasıdır. Böylelikle Hz. Yakub’dan Hz. İbrahim’e kadar geriye doğru bir filtreleme yapılmakta, meselâ Hz. İbrahim’le birlikte Kenan diyarına göç ettiği kabul edilen İbrahim’in yeğeni Hz. Lut’un soyundan gelenler yanında Hz. İsmail ve Esav gibi Hz. İbrahim neslinden olan kişiler de seçilmişlik bağlamında dışlanmaktadır. Bununla İbrahim’in şahsında kutsanmış halkın İsrail adını da alan Yakub ve onun soyu olan İsrailoğulları olduğu ifade edilmeye çalışılmaktadır. 

Burada dikkati çeken bir diğer husus Yahudi kutsal metninde nesiller arasındaki bu ayrışmanın esas itibarıyla seçilmiş halk İsrailoğulları ile onların tarihsel düşmanları arasında gerçekleşmiş olmasıdır. Kabaca insanlığın ikinci atası sayılan Hz. Nuh’a hatta ilk insan Hz. Âdem’e kadar uzanmakta olan bu ayrışmada bir taraftan geneolojik (soybilim) açıdan İsrailoğullarına dair steril bir soy ağacı oluşturulmaya çalışılırken; bir taraftan da İsrailoğulların tarihsel düşmanları olarak nitelenen halklar soy itibarıyla itibarsızlaştırılmaya hatta şeytanlaştırılmaya çalışılmaktadır.

Kitab–ı Mukaddes’teki İsrailoğulları soyunun oluşum sürecine dair bu anlatılarda İsrailoğulları, insanlığın ikinci atası Nuh’un Sam, Ham, Yafet ve Kenan adlı dört oğlu arasından Sam’ın soyundan gelenler olarak diğerlerinden ayrışır (Tekvin 11:10–32). Nuh, yaşanan bir olay nedeniyle oğullarından Kenan’ı lanetlemiş ve onu kardeşlerine, özellikle Sam’a köle ilan etmiştir: 

“Kenan’a lanet olsun, köleler kölesi olsun kardeşlerine.  Övgüler olsun Sam’ın Tanrısı Rabbe! Kenan, Sam’a kul olsun.” (Tekvin 9:25–26). 

Babası Nuh’a yakışıksız davrandığı için lanetlenen Kenan’ın soyundan gelen halklar da İsrailoğullarının tarihsel düşmanları arasında sıralanmıştır. Bunlar tanrısal iradeyle diğer halklara özellikle de Sam oğullarına köle ve kul olarak nitelenmiştir. Nitekim Tanrı yukarıda ifade ettiğimiz gibi İbrahim’i Kenan diyarına yerleştirmiş ve onların topraklarını İsrailoğullarına vermiştir. Yine bu tarihsel anlatıda Hz. İbrahim ile birlikte Aram diyarından Kenan diyarına göç eden Hz. Lut da seçilmişlik bağlamında amcası Hz. İbrahim’den ayrışmıştır. Lut’un –hâşâ– kızlarıyla ensest ilişkisinden doğdukları ileri sürülen Moablılar ile Ammonlular da İsrailoğullarının tarihsel düşmanları arasında yer alır (Tekvin 19:30–38, Hakimler 3:11, 28).

Yahudi kutsal kitabında soy kütüğüne dair bu tarih anlatısında her ikisi de Hz. İbrahim’in oğlu olmakla birlikte Hz. İsmail ile Hz. İshak da seçilmişlik açısından birbirinden ayrıştırılmıştır. Bu ayrışmada hür bir kadın olan Sara’dan (Saray) doğan İshak, Mısırlı köle kadın Hacer’den doğan İsmail’den üstündür. İsrailoğulları, hür kadının oğlu olan seçilmiş ve kutsanmış İshak’ın soyundan türeyecektir (Tekvin 17:19). Seçilmişliğe ve kutsanmışlığa dair bir diğer ayrışma ise İshak’ın oğulları arasındadır. Her ikisi de aynı anneden (Rebeka) doğan ve Hz. İshak’ın ikiz çocuğu olan Esav ile Yakub arasında seçilmişlik ve kutsanmışlık yalnızca Yakub ile gerçekleşecektir. Yakub (İsrail) ve oğulları, Tanrı’nın seçilmiş halkı olarak tebarüz ederken Esav’ın soyundan gelen Amalekler gibi halklar İsrailoğullarının can düşmanları olacaklardır (Tekvin 36:12, Çıkış 17:8–16).

Görüldüğü gibi Yahudi kutsal metnindeki bu tarih anlatısında tüm insanlık tarihi, İsrailoğullarının seçilmişliği, kutsanmışlığı ve üstünlüğü inancı bağlamında ele alınmakta ve bu inancı temellendirme doğrultusunda geriye doğru bir tarih inşası, bir restorasyon yapılmaktadır. Bu şekilde insanlığın erken dönemlerinden itibaren İsrailoğulları; saf, rafine, kutsal bir köken atfedilerek diğerlerinden özenle ayrıştırılmaya çalışılmaktadır. Bu ayrıştırmada tarihsel süreçte İsrailoğullarına düşmanlık yapmış, onlarla çatışıp savaşmış olan halklar için de geriye doğru bir köken inşası söz konusudur. Tanrı emrine itaatsizlik, lanetlenmiş olma durumu ve ensest ilişkiler, İsrailoğullarının düşmanı olan halkların dayandıkları soylarla irtibatlı köken mitosu anlatıları olarak Yahudi kutsal metninde ön plandadır.

İsrailoğullarının seçilmişliği ve vadedilen topraklar inancı bağlamında dikkati çeken bir diğer husus da Tanrı tarafından Hz. İbrahim’e ve onun seçilmiş soyuna vadedilen toprakların aslında başka halklara ait olduğu gerçeğidir. Kutsal metindeki anlatıya göre “Tanrı halkı” olarak nitelenen halkın asıl bulunduğu mekân, Keldanilerin ülkesi olarak tanımlanan (Tekvin 11:31) Güney Mezopotamya bölgesidir. Hz. İbrahim, babası Terah, eşi ve yeğeni Lut ile birlikte bu bölgeden ayrılarak Kenan diyarına göç etmiştir. Dolayısıyla İbrahim ve soyu, Ken, Keniz, Hitit, Girgaş, Periz ve Yavus gibi halkların yerleşik olduğu bu toprakların yabancısıdır. Tanrı bu toprakları yerli halktan alarak yabancı bir halka, İbrahim soyuna yani İsrailoğullarına vadetmektedir. Yahudi kutsal metni Kenan diyarında yaşayan yerli halkın soyuna yönelik geriye doğru inşa etmeye çalıştığı tarih anlatısıyla adeta bu halkların atalarının işledikleri günahların ve suçların sorumluluğunu bu halklara yıkmakta ve Tanrı’nın onların topraklarını İsrailoğullarına vermesini böylelikle meşrulaştırmaya çalışmaktadır. 

İsrailoğullarının seçilmişliği öğretisini merkeze alan tarih anlatısıyla Yahudi kutsal metni uzun bir tarihsel süreçte derlenen bir metin görünümündedir. Wellhausen’in “Dört Kaynak” hipotezinde olduğu gibi metin üzerinde yapılan çalışmalar kutsal metnin ilk beş kitabının içeriğindeki “Yahvist metinler” olarak nitelenen en erken materyalin tarihsel olarak MÖ onuncu yüzyıl sonlarına ait olduğunu, bununla birlikte derlemenin dördüncü yüzyıla kadar peyderpey devam ettiğini ortaya koymuştur. Bu doğrultuda insanlığın soy kütüğüne dair anlatıların “Rahipsel metinler” olarak nitelenen ve genelde MÖ 6 ilâ 4. yüzyıllar arasında Yahudi din adamları tarafından yapılan derlemelere dayandığı bilinmektedir. Kutsal metnin bu döneme ait derlemesinde Yahudi geleneğinde yaşanan sosyal siyasal olaylar, toplum içi çatışma ve kaos ile sürgün hadisesinden kaynaklı travma etkilidir. MÖ altıncı yüzyılda Kudüs’ün Babilliler tarafından yakılıp yıkılması ve Yahudilerin sürgüne gönderilmesi, Yahudi zihin yapısında ciddi bir travmaya ve kırılmaya neden olmuştur. Bu dönemde Ezra (ezra ha sofer) başta olmak üzere bazı Yahudi önderlerce yaşanan katastrofun nedeninin İsrailoğullarının yabancı halklarla karışıp evlilikler yaparak etnik kimliklerini bozmaları olduğu savunulmuş, dolayısıyla yabancı eşlerin bırakılması gerektiği vurgulanarak etnik kimlik merkezli bir din anlayışı inşa edilmiştir. Hatta sürgün sonrası Ezra, Pers iktidarının siyasal–askerî desteğini de arkasına alarak Kudüs ve civarına yeniden dönen Yahudiler arasında bu anlayışı temel bir siyaset olarak uygulamaya geçirmiştir (Ezra 9:1–15). 

Bu doğrultuda kutsal metnin derlenmesinde etnik kimlik olarak İsrailoğullarının seçilmişliği ve Filistin merkezli toprakların bu seçilmiş halka Tanrı tarafından vadedildiği kanaati yer almış, insanlık tarihi, İsrailoğulları ve onların düşmanları arasındaki ilişki merkezli bir tarih anlatısı doğrultusunda ele alınmaya çalışılmıştır. 

Açıkça anlaşılacağı gibi bu durum, MÖ altıncı yüzyılda yaşananlardan hareketle bu yüzyıldan geriye doğru bir tarih inşasıdır. Bu doğrultuda ortaya çıkan tarih anlatısı, gerçek bir tarih anlatısı değil İsrailoğullarının seçilmişliğini, diğerlerinden üstünlüğünü vurgulamaya, ispatlamaya çalışan mitolojik bir kurgudur. Arz–ı Mev’ûd ya da vadedilen topraklar anlatısı da bu kurgunun bir parçasıdır. Bununla Yahudiler, bir dönem yaşadıkları ve sonra oradan atıldıkları toprakların kendilerine Tanrı tarafından vadedildiğine, ancak bu vaadin etnik kimlik açısından Tanrı’nın seçilmişleri olarak Tanrı ile irtibatı yeniden olması gerektiği şekilde kurdukları takdirde gerçekleşeceğine inanmışlardır. Tıpkı Mesih beklentisi gibi Arz–ı Mev’ûd’a yönelik bu inanç da sürgün döneminde onların geleceğe dair beklentilerini canlı tutmaya çalışan temel bir motivasyon aracı olmuştur. Nitekim onlar, etnisite olarak seçilmişlik öğretisiyle sürgünde yaşama realitesini telif etme bağlamında Tanrı’nın dilediği bir zamanda bir kurtarıcının, Mesih’in gelerek kendilerini vadedilen topraklara yeniden döndüreceğine de inanmışlardır. Bu beklenti doğrultusunda Bar Kohba ve Sabatay Sevi örneklerinde olduğu gibi tarihte birçok Mesih hareketi gerçekleşmiş ancak hepsi de hüsranla sonuçlanmıştır. Bugünün Siyonizm akımı da modern bir Mesih hareketi olarak karşımızdadır. Dinî anlamda onun da temel motivasyonu Yahudilerin vadedilen topraklarda tam anlamıyla egemen olması, diğer tüm halklara baş eğdirilmesidir.




Makalenin devamını okumak için Abone Olun