Görgün: Arkadaşlar hoş geldiniz. Bugün Teklif Dergisi’nin yeni konusunu müzakere etmek için bir araya geldik. Önemli sorunlarımızı tespit ederken genellikle bir referans çerçevesi, bir atıf noktası bulma sıkıntısı yaşadığımız açık. Bu noktada karşımıza çok farklı alternatifler çıkıyor. Bu alternatifler arasında hem klasik İslam düşüncesini hem de modern düşünceyi dikkate aldığımızda merkezî bir kavram ön plana çıkıyor: Dünya… Dünya kavramı, 19. yüzyıl Alman felsefesinin merkezinde bulunan bir kavram. Felsefenin esas vazifesinin bir dünya görüşü, “Weltanschauung” oluşturmak olduğunu söyleyen bir tavır ön plana çıkıyor bu dönemde. Hayat dünyası/Lebenswelt tabiri, sanki dünya hayatının farklı bir ifadesi gibi. İslam düşüncesinde farklı zamanlarda ve bölgelerde benzer anlama gelen farklı terimlerle karşılaşıyoruz: Nizâm–ı âlem, edebü’d–dünya ve’d–din gibi kavramlar yanında, darü’l–İslam veya umran kavramları; bunların hepsi aslında benzer atıf çerçevesini işaret ediyor ve insanlar, sorunlarını yaşarken ve ifade ederken olduğu kadar çözüm de ararken genellikle farklı şekillerde adlandırılan bir dünya içinde bunu gerçekleştiriyorlar. Dolayısıyla bizim de günümüzde sorunları kavrarken, tespit ederken, onlara çözüm üretirken, çözümle alakalı yolları, yordamları, yöntemleri düşünürken sürekli irtibatlı olmamız gereken bir çerçeve kavram olarak dünya, sanki hep zihnimizin bir köşesinde yer alıyor. Bir defa insanı tanımlarken yaygın olarak kullanılan ifadelerden birisi şu: “Canlıların çevresi vardır, insanların dünyası… Ve insan bir anlamda dünya inşâ ederek varlığını sürdüren varlıktır”. İnsanın içinde yaşadığı dünyayı inşâ ederek varlığını sürdürmesi, klasik İslam düşüncesindeki “kesb” kavramıyla da alakalı; bu anlamda inşâ edilen dünya, mükteseb akıl kavramına denk düşüyor. Bu cihetten dünya, kültür/hars ve medeniyet kavramlarını da kapsama alanına alıyor. Bir dünya kurmak kadar bir dünyayı yitirmek, dünya değiştirmek gibi söylemler, bu anlamda kavrama ve yaşamadaki atıf çerçevesindeki değişimi işaret ediyor gibi. Bu durum bizi bir taraftan bu atıf çerçevesinin mahiyetini belirlemeye yöneltirken, aynı zamanda yaşadığımız sorunları kavramada ve kavramsallaştırmada karşılaştığımız sıkıntıların kendi inşâ etmediğimiz bir dünyada ikamet etmeye yönelmemizle alakalı olup olmadığına da bakmamızı gerektiriyor. Eğer böyle ise, o zaman belki şöyle bir şey söylemek gerekecek: Kendi inşâ etmediğimiz bir dünyada en önemli sorun, yersiz ve yurtsuz olmak. Tüm sorunların çözümü, sanki bu sorunun çözümüne bağlı.