Yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
bir sincap gibi mesela,
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
yani, bütün işin gücün yaşamak olacak.
…
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun hâlde ölüme inanmadığın için,
yaşamak, yani ağır bastığından.
—Nazım Hikmet Ran, Yaşamaya Dair, 1947
İnsan, ne zamandan beri bir sincap gibi, sadece “burada” ve “şimdi”de yaşaması gerektiğini düşünmeye başlamış olabilir? Yaşamın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden yaşamayı… Ölüme inanmaksızın, daha doğrusu ölümden sonra başka bir yaşam olduğu inancı ve/veya avuntusu olmaksızın, yaşamasını, yaşaması gerektiğini kim vazetmiş olabilir ilkin? Onu bu anlamsızlığa, amaçsızlığa kim dûçar etmiş olabilir? Nazım’a bu dizeleri ilham eden meltem nereden esmiş olabilir, ne zaman? Bu yazıda, insanın yaşama eyleminin sadece, sürdürdüğü ve muhafaza etmeye çalıştığı hâlihazırdaki yaşamıyla sınırlandırılması gerektiği kabulünün tarihi özetlenmeye çalışılacak, yaşama eylemine içkin ya da aşkın bir amaç atfetmenin imkânı ve/veya imkânsızlığı ve sonuçları tartışılacaktır.