Günümüzde insanın evrendeki konumu ve fâilliğiyle ilgili felsefî tartışmalarda iki tema öne çıkmaktadır: İnsanın makineyle ilişkisi ve bir organizma olarak insan. İnsanın, yine kendi ürünü olan makineyle ilişkisinin fütüristik bir dışa vurumu, insanın kendi türsel varlığını teknoloji yoluyla dönüştürmesi, bir bakıma siborglaşmasıdır. Bu özlemi yansıtan transhümanizm, insanı adeta biyolojik “ıstırabından” kurtarma arzusunu benimser ve en ileri hedef olarak ölümsüzlüğe gözünü diker. Başak Ağın, “posthuman” kavramını temel almak açısından aynı kökene dayanan posthümanizmin ise insanın tarihsel ve biyolojik varlığını, bu anlamda diğer türlerle olan organik ilişkisini temel aldığını; transhümanizmin posthümanizmin bir nevi karanlık ikizi olduğunu vurgular.1 Hatta organik ve inorganik olandaki ortak paydaya odaklanma durumu, her halükârda posthümanizmde insan–merkezci fâillik tanımlamasının yapısöküme uğratılması girişimi söz konusudur.
Söz konusu yaklaşım, daha çok insanın eyleyiciliği ile ilgili yazınsal ve ideolojik tartışmalara odaklanmaktadır. Meselenin bu boyutlarını dışlamamakla birlikte, bu noktada ortaya çıkan temel bir felsefî problem ise şudur: Organizma odaklı bir fâillik (agency) tanımlaması yapabilir miyiz? Ve dahası, böylesi bir tanımlamayı biyolojik olarak gerekçelendirebilir miyiz?