Tarih varlığına yaklaşım birkaç farklı biçimde tezahür ediyor. Tarihi, filoloji ve arkeoloji üzerinden yaşanmış olayların birikimi, tasnifi ve dökümü olarak ele almak, günümüzde tarihçinin görevi olarak öngörülürken; yaşanan olayları esnasında kayda geçirme görevini geçmişte vakanüvisler (annualist) üstleniyordu. Yakın Çağ’la birlikte felsefe, sayılıp dökülen, tasnif edilen olgu ve olayların oluşturduğu ideal varlık alanında, genelgeçer, tümel–kavramsal olanı aramaya başladığında bambaşka sorular ve sorunlar dizisiyle karşılaşıldı. Bir yandan tarihin salt bir bilgiler topluluğu mu, yoksa içermesi muhtemel metotlar doğrultusunda bir bilim mi olduğu tartışılagelirken; diğer yandan bireyin ve toplumun hafıza yetisi, bilen özneye yaşantısının ve bilgisinin geçmişini de bir bilgi objesi olarak sunuyordu. İnsanın; duyum, duygu, zihin, yargı gücü, sezgi ve inanç gibi yeteneklerinin yanı sıra, bu yeteneklerin zaman içinde oluşturduğu yaşantı birikimini içeren, bir hafıza yetisine sahip olması, onun gerek şahsî gerekse toplumsal geçmişine ilişkin sorular sormasını, bu geçmişi —tinsel, ideal veya irreal— bir varlık alanı olarak araştırmasını mümkün ve gerekli kılıyor. Henüz yazılı kültürün yaygınlaşma şartlarının olmadığı antik çağlarda, yaşanan olayların bir bakıma kulaktan kulağa aktarımı anlamına gelen “istoria” (ἱστορία) kavramıyla, başta Herodotos, Hippokrates olmak üzere Thukydides, Herakleitos gibi kurucu metinlerin yazarlarında karşılaşıyoruz. Aristoteles ise Poetika’da istoria kavramını bir “edebi anlatı” olarak değerlendiriyordu. Kavramın biçim ve içerik olarak geç Helenistik–Roma, Orta Çağ ve Rönesans gibi dönemlerde nasıl bir evrim geçirdiği ayrı bir inceleme konusudur.