Adalet kavramının, tüm düşünce tarihi boyunca bilge, filozof ve düşünürlerin olduğu kadar, belki de daha da fazlası, yasa koyucu, yönetici ve hukukçuların zihinlerini en çok meşgul etmiş kavramların başında geldiği söylenebilir. Kuşkusuz herkes, adaletin gerekli, olmazsa olmaz bir değer olduğunu kabul eder. Fakat âdil olunduğundan, adaletle hükmedildiğinden nasıl emin olunacağı sorusu, bir çırpıda yanıtlanabilir bir mahiyet arz etmemesi nedeniyle, hak ve adalet kaygısının vücut vermiş olduğu bir tefekkür mantığı açısından, adaleti sürekli olarak üzerinde düşünülmesi gereken bir mesele kılmak durumundadır. Gerçekten de düşünce tarihine kabaca bir göz atıldığında düşünürlerin neredeyse tamamının, adalet kavramına veya belki de en yüksek erdem olarak adalete kayıtsız kalmadıkları, buna karşın adaletin ne olduğu sorusu söz konusu olduğunda, üzerinde hemfikir olunabilecek net bir tanımlama yapamadıkları ve hatta birçok durumda ise bile isteye böyle bir tanımlama hususunda sakınımlı bir pozisyon aldıkları görülmektedir. Aslına bakılırsa yalnızca adalet kavramı için değil, birçok felsefî kavram için de geçerli olan ve adeta mutlakçı/özcü/temelci yargıları askıya almayı gerektiren bu durumun, bilinmeye çalışılan şey ile bilme süreçlerine egemen olan hümanistik mantık arasındaki aşılamaz veya giderilemez boşluktan kaynaklandığı söylenebilir. Bu yüzden Varlık, Zaman, Hakikat, İyi vb. büyük ve vazgeçilmez felsefî kavramlarda olduğu gibi, adalet kavramı da üzerinde düşünülmediği zaman ziyadesiyle aşina olunduğu sanılan, fakat düşünceye konu kılındığı anda ise belirsizleşen ve epistemik bir kesinlik mantığına indirgenmesi mümkün olmayan bir mahiyet arz eder.