Buyruk Nedir? Üzerine

Dursun Çiçek

Dursun Çiçek



Giorgio Agamben, modern düşüncenin arkeolojisini yapan istisna hali ve kutsal insan gibi anlama ve anlatma biçimleriyle tanınan bir düşünürdür. İtalyan olmasının düşünme biçiminin üzerinde belirleyici olduğu muhakkak. Bilhassa egemenlik, siyasal iktidar, şiddet, hukuk gibi hususlarla ilgilenmesi ferdî olarak hem Roma İmparatorluğunun hem de Katolikliğin mirası üzerinde yaşamasıyla izah edilebilir. O da tüm çağdaşları gibi içine doğduğu modern süreci anlamaya çalışmakla işe başlar. Onun doğduğu dünya, İkinci Dünya Savaşı’nın tam ortasıdır. Çocukluğu ve gençliği bu savaşın enkazında geçer. Belki de bunun için anti-modernist ya da post-modernist olmak yerine modernliğin arkeolojisini, modern yapının analizini yapmaya karar verir. Bu bağlamda yalnız da sayılmaz; Martin Heidegger ve Walter Benjamin’e her bakımdan yakındır. 

Aydınlanma sürecinin iyimserliğine rağmen yüzyılın başında yaşanan iki dünya savaşı, milyonlarca insanın ölmesi ve yaralanması, zamanın ve mekânın tahribi, söz konusu düşünürleri önemli ölçüde eleştirel olmaya yönlendirir. Bilhassa Fransız İhtilali sonrası imparatorlukların ortadan kalkması ve ulus devletlerin çoğalması, kapitalizmin ve demokrasinin mitleştirilmesi, ortaya çıkan faşizm ile birlikte sükutu hayale uğrar. Bunun yanı sıra aklın egemenliğinde yeryüzü cennetlerinin kurulması ideali, sanatın dinin yerine ikamesi, yeni maneviyat arayışlarının ahlâkın yerine geçmesi beklentisi, iktisadî refah ve eşitlik düşünceleri bir dilek ve temenninin ötesine geçemez. Aslında söz konusu düşünürler, kapitalizm, demokrasi, hukuk, liberalizm adı altında biçim değiştiren totaliterliği ve faşizmi, hatta bunların siyaset, hukuk ve ahlâk vasıtasıyla nasıl yasa haline getirildiğini araştırırlar.

Bu durum pek çok düşünür gibi Agamben’i de yakından etkiler. O, bir bakıma ortaya çıkan modern yapının bu durumlara nasıl yol açtığını anlamaya çalışır. Agamben, insanın içinde yaşadığı zamana ait olamamasını da bu yeni durumla ilişkilendirir. Bugün tüm insanlık bir istisna halini ve kamp durumunu yaşamaktadır ve bunun farkında değildir. Ona göre şimdiyi anlamak için kampı çözümlememiz gerekir. İnsan, içinde bulunduğu zamana ait bir varlıktır ve bunu unutursa veya bu ona unutturulursa (ki devlet ve egemen tarafından bu sürekli yapılır) şimdinin dışındaymış gibi hareket eder. Bunun sonucu olarak da ya geçmişe sığınır ya da hayalî bir gelecekte saklanır. Bu durum, bugünü idrâk etmeyi ve anlamlandırmayı unutmasına sebep olur. Egemen yapıyı ve iktidarı görmezden gelme, bir yaşama biçimi haline gelince de yeni bir kimlik ve kişilik oluşur.

Ona göre temelde en önemli husus, modern yapının insânî olanı insanlaştıramayan bağlamında aranmalıdır. Çünkü modern yapıda insânî olanı hayvanlaştıran yön söz konusudur. Batı gerçekliğinde dilek ve temennilerin ötesinde fiilî olan durum, hiç de sözü edildiği gibi yeryüzünü tüm insanlık için cennetleştirme çabası değildir. İmparatorluklar ve aristokrasi, form olarak sona ermiş gibi görünmektedir ancak egemenlik, yeni formlarında varlığını sürdürmektedir. Aydınlanma değerlerinin gerçekliğe tekabül etmemesi ve muğlak olması, kapitalizm ve demokrasinin sebep olduğu belirsizlik ve güvensizlik, egemenliğin bir bakıma yeni burjuvazi ve yeni siyasetin uhdesine geçmesine sebep olur. Yeni devlet, imparatorun hatta Tanrı’nın; yeni burjuvazi ve bürokrasi de aristokrasinin yerini alır. 

Tanrı’nın, Kilise’nin, dinin, imparatorun kontrolünün yerine artık yeni egemenin yani devletin kontrolü söz konusudur. Devlet de bu kontrolü kutsallaştırdığı yasalarla yerine getirir. Devletin toplumu kamp haline dönüştürmesi, yaşamı çıplak hayat haline getirmesi, yeni kutsalların oluşması, bu sürecin ana dinamikleridir. Bir başka deyişle; egemen olan, gözetlemeyi, kuşatmayı ve çıplaklaştırmayı sürdürür.

Varlığı Heidegger’den farklı olarak dil ile anlamaya, açıklamaya ve varlığın örtüsünü aralamaya çalışan Agamben, modern antropolojik makinenin nasıl çalıştığını kendine mesele eder ve tüm eserlerinde aslında bu çözümlemeyi yansıtır.  Tanrı’nın ve Kilise’nin yerini dolduran egemenin, politikanın ve itaat eden kamp sakinlerinin hikayesidir onun çözümlemesi. Buyruk Nedir? de bu bağlamda ortaya çıkan metinlerden biridir.

Burada şunu önceden belirtmeliyiz ki, Agamben’in ister İstisna Hali ister Kutsal İnsan’ı olsun tüm eserleri, aynı bütünün parçaları veya uzantılarıdır. Nitekim “Buyruk Nedir?”de yapmaya çalıştığı arkeoloji ve çözümlemenin yapıtaşlarından biridir.

O, içinde yaşadığı çağın buyruk-itaat denklemini, insanların mekanikleşmesi ve otomatlaşmasını, bir bakıma gönüllü kul gibi davranmalarını, istisna halinin genel bir yaşama biçimine dönüşmesini mesele edinir; egemenin buyruğu, kamp sakinlerinin de itaati normalleştirmeleri, sorunun başlangıcıdır. Söz konusu buyruk-itaat denklemi, yeni faşizmlerin de zeminini oluştururken insanın potansiyelini kullanmasını da engeller. Bu durum yasanın yürürlükte olduğu ancak esasa taalluk eden hiçbir anlamının olmadığı bir terk edilme durumudur. Nitekim Agamben, pandemi dönemindeki açıklamalarında da bunu vurgular. Ona göre bireyin kendi sağlığını korumak için en temel haklarından vazgeçtiği bir süreç yaşadık.

Agamben’e göre buyruk, sorgulanamaz ve dahi tartışılamaz bir otoritenin söylemidir. Ona göre arkeoloji; bir köken, bir ilke, bir başlangıç arayışıdır. Dolayısıyla arkhe de köken ve başlangıç anlamı kadar buyruk anlamına da gelir. Bunun uzantısı olarak buyurmak, komuta etmek, lider olmak anlamları da buradan kaynaklanır. Öyleyse arkhe yani köken, başlangıç fikri, buyruk fikrinden doğmuştur. Bunu bir buyuran da olduğuna göre öyleyse başlangıçta söz değil buyruk vardı diyebiliriz. 

Agamben, burada köklü bir değişiklik yaptığının farkındadır. Başlangıçta söz vardı ilkesinin yerine başlangıçta buyruk vardı ilkesini geçirir. Kendi deyimiyle, başlangıçta buyrukta yani bir emir formunda söz vardı. Roma ve Kilise ile aynı coğrafyada yaşayan Agamben’in bu düşüncesinde yaşadığı yerin etkisi olduğu muhakkak. Nitekim o, Tanrı’nın ol emrine benzettiği söz konusu buyruğun, Kilise’nin gücünü yitirmesiyle birlikte yönetici ve egemenlere geçtiğini belirtir. Artık Tanrı ve Kilise sorgulanabilirken yönetici ve egemen sorgulanamaz. 

Agamben, Batı kültürünün önce söz vardı ilkesi üzerine değil buyruk vardı ilkesine göre teşekkül ettiğini savunurken bugünkü devlet, siyaset ve egemen ile öncesindeki Kilise, Din ve Tanrı ile de bir süreklilik bağı kurar. Dolayısıyla bir kırılmadan değil bir süreklilikten söz eder. Nitekim ona göre kapitalizm dahi Batı din anlayışının bir uzantısıdır.

Batı’nın bugün içinde bulunduğu durumun ontolojik bir durum olduğunu belirten Agamben, buyurmanın, kumanda etmenin ve yönetmenin kesintiye uğramadığını belirtir. Ona göre teoloji de bunun uzantısıdır. Tanrı, dünyayı yarattıktan sonra yaratmaya ve yönetmeye devam eder (ki bunu yapmadığında dünya çöker). Yaratım ile yönetim arasında yakın bir ilişki vardır: Kurucu bağ… Öyleyse başlangıç, asla tarih veya geçmiş değildir ve şimdi olmayı kesemez. Hatta o daima şimdidir ve bundan dolayı da varlığın tarihini belirler ve yönetir. Buyruk için bir arkhe yoktur zira arkhe, köken, başlangıç, buyruğun ta kendisidir. Buyruk bir olmayı değil; olması gerekeni ifade eder.

Batı düşüncesinde itaat ile ilgili açıklamaların varlığına rağmen buyrukla ilgili hiçbir açıklama çabasının olmamasına dikkat çeken Agamben, “Ben kendi adıma şuna kani oldum ki iktidar, sadece itaat edilme kapasitesiyle tanımlanmaz ama öncelikle buyurma/kumanda etme kapasitesiyle tanımlanır. Bir iktidar, kendine artık itaat edilmediği ya da hiç itaat edilmediği için değil, emirler vermeyi kestiği için yıkılır” der. Nitekim ona göre bir iktidarın varlığı emir vermekten vazgeçtiğinde sona erer. İtaat son bulmaz, buyruk ortadan kaybolur.

Buyruğun ihmal edilmesi, itaatin ve sözün öne çıkışını Aristoteles’in felsefesi ve bilhassa mantık telakkisiyle izah eden ve dilin ihmaline bağlayan Agamben, 20. yüzyıla kadar buyruğun bir irade edimi olarak açıklanması ve hukuk-ahlâk alanıyla sınırlanmasını da aynı sebebe bağlar. Ona göre, Aristoteles, apofantik (yani beyan edici, gösterici ifade) olmayan sözü felsefenin dışına atmıştır. Bunun üzerine doğru-yanlış üzerine yoğunlaşılmış, ne doğru-ne yanlış olanlar atlanmıştır.

Agamben’e göre hukuk, din ve büyü, geçekten de dilin her zaman emir kipinde olduğu bir daire teşkil etmiştir.  Hatta ona göre dinin iyi bir tanımı, dini, tüm bir evreni, bir buyruk temeli üzerine inşa etme girişimi olarak nitelendirecek tanım olacaktır. Burada sadece Tanrı değil ona karşılık veren kullar da emir kipini kullanırlar. 

Batı kültür tarihinde ayrı ama ilişkisiz de olmayan iki temel ontolojiye atıf yapan Agamben’e göre, bunlardan ilki olan apofantik beyanın ontolojisi, esas itibarıyla bildirme kipinde ifade edilir; ikincisi olan buyruk ontolojisi ise esas itibarıyla emir kipinde ifade edilir. Esti ve esto ontolojisi diye de adlandırdığı bu iki önermenin varlık anlayışını da Parmenides’in “gerçekten varlık vardır” önermesiyle izah eder. Ona göre ise esto ontolojisine göre bu önerme şöyle kurulmalıdır: Gerçekte varlık olsun…

İlk ontoloji, felsefe ve bilimin; ikincisi ise hukukun, dinin ve büyünün alanını tanımlar.

Batı kültür tarihinde bu iki ontolojinin durmadan birbirinden ayrıldığından ve kesiştiğinden söz eden Agamben, bunların birbirleriyle hiç ateşkesmeden mücadele ettiklerini belirtir. Aynı dik kafalılıkla karşılaşır, kavuşur, iç içe geçerler. Dogmatik olanın azametli binasının asırlar boyu inşası, bu perspektiften buyruk ontolojisini bir beyan ontolojisinin terimlerinde tercüme etme girişimi olarak görülebilir; daha sonra bunun sonucu olan dogmatik önermeyi buyruğun bir konusu yapmak pahasına…

Agamben’e göre bu şu anlama gelir: Batı ontolojisi, aslında Klasik Çağ’da asırlar boyu apofantik ontolojinin gölgesinde kalan buyruk kutbunun Hıristiyanlık çağından itibaren gittikçe daha tayin edici bir önem kazanmaya başladığı ikili ya da çift kutuplu bir makinedir.

Çağdaş toplumlarda buyruk ontolojisinin gitgide beyan ontolojisinin yerini aldığını belirten Agamben, psikanaliz diliyle bunun anlamını şöyle belirtir: 

“Psikanaliz dilini kullanırsak bunun anlamı şudur: Bastırılmışın bir nevi geri dönüşüyle din, büyü ve hukuk – ve onlarla birlikte şimdiye kadar gölgede kalan apofantik olmayan tüm bir söylem alanı – aslında laik ve seküler toplularımızın işleyişini gizlice idare etmektedir. Bunu biraz açalım: Buyruk ya da emir, ilk ağızda otoritenin baskısını hatırlatacağı için, bu biçimde dile getirilmez. Güvenlik başlığı altında (bir başka deyişle beka) daha çok öğüt, uyarı biçiminde aktarılır. Hatta inanıyorum ki içinde yaşadığımız güya demokratik toplumların şu saptamaya dayanarak iyi bir betimlemesi yapılabilir: Bu toplumlarda buyruk ontolojisi bir buyrumun açık biçimi altına değil de güvenlik adına verilen, daha hileli, öğüt, davet, uyarı biçimi altında beyan ontolojisinin yerini almıştır. Öyle ki bir emre itaat, bir iş birliği biçimini ya da çoğunlukla kendi kendine verilen bir buyruk biçimini alır.” 

Burada teknolojik dispozitifler de buyruğun aracı konumundadırlar. Cep telefonu veya benzeri bir aracı kendi iradesiyle kullandığını zanneden özne, aslında bir buyruk organizasyonunun içindedir. Özneleştirme süreci, aynı zamanda bir mekanikleşme, makineleştirme ve itaat sürecidir de.  Dolayısıyla demokratik teknolojik toplumların özgür yurttaşı, bir kendi iradesiyle buyruk verdiğini zannederken yine kendi iradesiyle bir buyruğa uymaktadır. Yani egemenin lehine bir buyruk toplumunun, kampın üyesidir.

Agamben, buyruk-irade ilişkisinde de Nietzsche’ye başvurur ve onun istemenin/irade etmenin buyruk vermekten başka bir şey olmadığı ilkesine katılır. Ona göre antik insan, güç varlığıdır; modern insan ise bir irade/istenç varlığıdır. Bu anlamda modern süreç, güç alanından irade alanına geçiş sürecidir. Ancak bu irade, bizi buyur edene yönelen gönüllü bir iradedir. Hatta Kantçı düzlemde insan, isteyebilmek zorundadır. Böyle bir durumda etik boşa düşerken öznenin “yapabilmeyi istemek zorundayım, kendime itaat etmek için emir veriyorum” demekten başka çaresi yoktur.

Böylece hem yasayı hem yasa-dışı alanı tayin eden egemen/iktidar, potansiyelini buyruk haline getirerek boşluk bırakmaz. Yasa-dışı alanın yaratılması bile yeni bir güç ve otorite, egemenlik alanıdır. İstisna Hali de burada anlaşılır. 

Katoliklerin Tanrı tasavvurlarındaki güç ve irade bağlamını ele alarak bir anlamda siyasal iktidarın, egemenin gücünün nasıl dengeleneceği veya rasyonelleşeceğini de çözümlemeye çalışır. Ona göre, Tanrı her şeye güç yetirendir ancak irade ettiğini yaratır. Yani İsa’yı bir solucanda değil bir kadında yaratmayı irade eder. Burada gücün sınırlanması yerine makulleşmesi diyebileceğimiz bir çözüm sunar ve bunu modern insanın, dolayısıyla iktidarın ve egemenin de yapabileceğine işaret eder. 

Sonuçta günümüz insanından yola çıkarak güç ve iradeye yeni anlamlar yükler Agamben. Modern sürecin geldiği bu durumu bir anlamda insânîleştirmek ister. Melville’nin kahramanı Bartleby’den yola çıkarak bir direniş biçimi oluşturur. “Yapmayacak mısın?” sorusuna yapma gücü olan, “yapmamayı tercih ederim” diyecektir. Agamben, potansiyelde kalabilme/potansiyelsizlik becerisini bir çözüm gibi görür.

Ona göre gücü sınırlar içine almak ve dizginlemek gerekir. Gücün bu sınırlanışını adeta içeriden gerçekleştiren araç istenç/iradedir. Güç, isteyebilir ve bir kez istedi mi, iradesine göre eylemek zorundadır.  Tanrı gibi insan da isteyebilir ve istemek zorundadır; kendi gücünün karanlık uçurumuna set çekebilir ve çekmek zorundadır. Olmama ihtimali olmayan hiçbir şey olamayacağına göre potansiyelsizliğin yerine getirilmesi onu ortadan kaldırmaz. Dolayısıyla gerçekliğe geçişte potansiyelsizliği askıya almak bir çözümdür.

Agamben bir çözüm sunmakta mıdır? Çağdaşı tüm Batılı düşünürler gibi o da olanı analiz etmekte, çözümlemekte, açıklamakta ama herhangi bir çözüm sunmamaktadır. Modernitenin çeşitli biçimlerde ıslahı veya tahkiminin dışında yüz yıldır Batı düşüncesi, yeni bir düşünme, inanma ve yaşama biçimi ortaya koyamamıştır. Agamben de devleti ve egemeni sınırlandırmaya çalışırken özneyi çaresizleştirdiğinin farkındadır. Bu durum, özne açısından pasif itaatin ötesine de geçmeme riskini içinde taşır. Öznenin kendi potansiyelliği içinde beklemesi belirsizdir. Onun bu bekleyişini yönlendirebilecek bir üst ilke ve form yoktur. Bu da buyruğun ne olduğunu belirsiz hale getirir ve onu istismar vasıtası yapar.

Batı düşüncesinin müteâl ile olan irtibatının kopması, kapitalizmin ve liberalizmin yol açtığı ve gücünü kendinden aldığı belirsizlik, Kilise’nin yerine üniversiteyi; dinin yerine sanatı ikame edemeyişleri, güç ve irade ile ilgili yeni arayışların ve yorumların ötesinde bir yere gitmelerine engel olmaktadır. Bu durum elbette temelinde Batı kültüründe bir Nebi’nin olmaması ile yakından alakalıdır. Çünkü insanın kendi imkânlarıyla oluşturduğu aşkınsallıklar, aşkınla olan irtibatına perde olmakta ve durumu daha da vahim hale getirmektedir.




Makalenin devamını okumak için Abone Olun