Bir hadiste “Âlimler, nebilerin varisleridir” denir. Bu hadis, İslam ilimler geleneğinde âlimlerin tarihteki ve günümüzdeki sorumluluğunu oldukça özlü bir şekilde ifade eder. Zira Teftâzânî’nin Şerhu’l–Makâsıd’ın başında söylediği gibi İslam medeniyetinde ilimler, Kurân ve Sünnet ile yaşanan hayat arasındaki irtibatı tesis etmek üzere inşa edilmiştir. Teftâzânî hususen şer’î ilimlerin inşası için bu tespiti yapar ama aynı tespit, hicrî üçüncü yüzyılın ilk yarısından itibaren sistemli bir şekilde geliştirilen aklî ilimler için de geçerlidir. Çünkü bilhassa fizik ve matematik bilimlerin teorik ve pratik dalları söz konusu olduğunda insanın var olanlara dair idrakinin şer’î ilimler tarafından tüketilmesi mümkün olmayan bir vüsatı vardır. Şer’î ve aklî bilimlerin tamamında bilimsel bilginin taşıyıcısı ve geliştiricisi olarak âlimler de İslam’ın akideleri, değerleri, bu akide ve değerlerin irtibatlı olduğu emir ve yasaklar ile Müslümanların her dönemde yaşadığı hayat arasındaki bağlantıyı inşa etmekle mesuldürler. Başka bir ifadeyle âlimlerin mükellefiyeti, Hz. Peygamber kendi dönemlerinde yaşasa idi hayatın herhangi bir alanı ve yönünü şer’î açıdan nasıl değerlendirirdi sorusunu cevaplamaktır. Bu mükellefiyeti kavramak için birkaç hususa dikkat çekmek gerekir.
Birincisi: Yaşadığımız hayat, insan ilgileri ve fiillerinin tamamını kuşatır. Diğer yandan İslam hayatın bütününü ilgilendiren küllî bir dindir. Bu sebeple İslam ile hayat arasındaki ilişki parçalı değildir, insanın varlık sebebiyle, yaşadığı maddî ve manevî şartlarla, nihayet ahiretiyle ilgilidir. Dolayısıyla din, hayatın altına girecek pek çok alt başlıktan biri değil, tam tersine bütün alt başlıklarla ilgisi kavranması gereken bir öğretiler ve uygulamalar bütünüdür. Bu durum, âlimlerin tesis etmekle mükellef olduğu irtibatın bir çırpıda sayamayacağımız kadar uzmanlığa ihtiyaç duyduğunu gösterir ve âlim kavramının kapsamını genişletir.