İslâm hukuk ve ahlâk teorisinde yükümlülüğün kaynağını ve tanımlanmasını izleyebileceğimiz kanallardan biri belki de en önemlisi fıkıh usûlü ilmidir. Fıkıh kurallar ilmi olup kurala şer‘î hüküm denir. Fıkıh usûlü esasen kurala yani hükme ulaşma yolunu teorik çerçevede konu etse de hüküm kavramının kendisini de analiz eder. Hüküm “Mükellefin fiiline ilişkin Allah Teâlâ’nın isteme, serbest bırakma ya da kurma (vaz etme) yoluyla hitabı” olarak tanımlanır. Hükmü Yüce Allah’ın Sözü olarak tasavvur eden bu teoride her şey Söz’ün anlaşılması şeklinde betimlenmektedir. Bu nedenle Söz’ün anlaşılması (hitab ve delalet), anlamıyla birlikte aktarılması (haber), hakikat bilincinin ve temsilinin sürdürülebilirliği (icmâ) ve nihayet Söz’ün değişen zaman ve mekâna bağlı yorumlanması (kıyas, içtihat) şeklinde formüle edilen delil çerçevesi tespit edilmiştir. Böylece İlâhî hitab vasıtasıyla mükellefin fiiline ilişkin ilâhî iradenin tespiti için bir kuram ve yöntem ya da kuramlar ve yöntemler geliştirilmiştir.
Bu kuram ve yöntemler her ne kadar birbirinden belirli özellikler bakımından farklılık arz etse de hükmü ilâhî irade ve ilâhî iradeyi de İlâhî hitab olarak tanımlama noktasında kuramlar hemen hemen ortak anlayışa sahiptir. Bir başka ortak nokta da ilâhî hitabın bize yansıyan yönünün yukarıda belirtilen Kitab-Sünnet-İcmâ-İçtihat şeklindeki formülasyonla elde edileceği kabulüdür.
Buraya kadar ilke olarak kabul böyle olsa da fıkıh usûlcüleri hükmü, ilâhî iradenin ötesinde bir tasavvura daha konu etmişlerdir. Hüküm aynı zamanda yarar/zarar-giderme değeri niteliğindedir; yani hükümler insanın ya yararına bir düzenleme getirir ya da zararını bertaraf eder. Buna hükmün maslahat değeri adı verilmektedir; maslahat, Mecelle’de celb-i menâfi ve def‘-i mefâsid yani yararların elde edilmesi ve zararların giderilmesi şeklinde tanımlanmaktadır. Usûl âlimleri iki yoldan bu sonuca varmışlardır. Birinci yol akılcı fıkıhçıların yoludur; onlar akıl yoluyla hükme ulaşılıp ulaşılamayacağı sorusuna teorik olarak olumlu cevap vermişlerdir. Bu teorinin nüvesine 4./10. yüzyıl usûl âlimlerinin anlatımında rastlıyoruz; ancak detaylı anlatımını Debûsî Takvimü’l-edille adlı eserinde yapmıştır.