İnsan, olması gereken ile olanın çakıştığı anda var olur, varlık kazanır. Böyle bir ânı ömrü boyunca yaşayabilirse bahtına şükreder. Yaşayamazsa hep o ânı, o anda yaşayanları anar. O anda kendisini dolaysızlığı ve zorunluluğu ile açan varlığa katılabilmek için ne gerekiyorsa onu yapar. Bir ümmeti ümmet kılan, bir milleti millet kılan, bir cemaati cemaat kılan tüm ritüeller bu anma, anımsama ve katılma çabasından ibarettir. İnsan keşke o ânı bizzat yaşayabilseydi! Ama olsun… Hafıza esasında o ânı yaşamaya, o ânın devamında yaşamaya çalışabilir.
O âna katılan hiç kimse, yaşanan hiçbir vaka unutulmaz. İnsan o ânı yaşayanlarla birlikte varlık kazanan “biz”in bir parçası olmayı arzular. O “biz”in parçası olana artık yabancılaşma yoktur. Her şey değişse de o “biz” ile bağı kopmaz. O an öyle bir ândır ki o âna katılan herkesin yaptığı, yapması gerekendir. O anda bir araya gelenlerin teşkil ettiği “biz” o an öncesindeki ayrımları, yarılmaları aşar.
İnsan her neyi dert ediyorsa —hayatta kalma çabasından, kendinde olan istidatları gerçekleştirmeye, zulme engel olmaktan, varlığın tüm yükünü yüklenmeyi, (…)— artık o “biz” ile birlikte göğüslenecektir. O an ile birlikte farkına varılan hakikattir. O hakikate sadakat beni ben, bizi biz yapar. O hakikatle irtibat içerisinde ben benimdir, biz bizizdir.
Hâdiseye sadakat ile “Yapabileceğim var da yapmıyor muyum?”, “Ben ne yapabilirim ki?”, “Bu kadar sorun karşısında ne yapılabilir ki?” soruları yok olmasalar da baskılanırlar. O hakikate tutunmaktan vazgeçen, tüm bu sorularla ve nihayetinde hiçlikle karşı karşıya kalır.
O an ne kadar geniş bir döneme yayılırsa yayılsın, tek bir hâdisenin gerçekleştiği andır. Tüm safhaları tek bir hakikatin zuhûr ettiği biricik hâdisenin zamanıdır. O zamanda her ne olduysa araştırılır, hafızada tutulur. Ama ne kadar ayrıntılı bilinse de hâdisenin yüceliği bu bilgide kuşatılamaz. Bilinerek tüketilemez.