I
Modern toplumları anlamaya imkân veren sosyoloji ile toplumsal ilişkileri ve bu ilişkilerin arkasında yatan anlam dünyalarını anlamaya imkân veren sosyoloji aynı mıdır? Bu sorunun peşinen cevabını verebiliriz. Hatta bu iki sosyoloji yapma biçiminin farklı olduğu ve iki farklı anlayışı ifade ettiği az ya da çok sosyoloji okumuş herkesin malumudur. Fakat bu sorunun cevabını vermekten daha zor olanı, ülkemizde bu iki sosyoloji anlayışının arasındaki mesafeyi kapatmaktır. Özelikle siyasal tutumlarla şekillenmiş olan bu iki anlayışın tarihsel husumetlerini hesaba kattığımızda, sosyolojinin ne olduğu problemi daha da görünür hale gelir. Hal böyle olunca kimin hangi sosyoloji adına konuştuğunu ölçmek, dahası hangi sosyolojiyi eğitim müfredatının içine yerleştirileceğine karar vermek önem kazanır. Başta sorduğumuz ve ilk bakışta oldukça teorik duran sorunun pratik yansımaları daha da problemli alanları karşımıza çıkarır. Kendi toplumumuzu hangi sosyoloji anlayışıyla anlayacağız? Ya da toplumsal meselelerimizi anlamaya dönük çabamızı hangi sosyoloji belirleyecek? Sosyolojik gerçekliğimizi kuşatacak kavram setlerini nereden ve nasıl üreteceğiz? Başka bir toplumsal gerçekliğin bilme biçimi bizim toplumsalımızı kavramada ne kadar işlevsel rol oynar? Soruları çoğaltmak mümkün. Bu soruların peşine düşmeden önce iki sosyoloji yapma tarzını biraz daha açmak gerekecek.
İki farklı sosyoloji anlayışının sınırlarını tespit etmenin en basit ve pratik yolu, sosyolojinin kurucu babasının kim olduğunu sormaktır. Bir bilim olarak sosyolojide kurucu babalar çok nettir. Bu isimler sosyolojiye yeni başlayan her öğrencinin zihnine mıh gibi kazınır. Sosyolojinin isim babası Auguste Comte olarak, kurucu babaları ise Emile Durkheim, Max Weber, Ferdinand Tönnies, Karl Marx, Georg Simmel olarak zikredilir. Hatta bu düşünürlere “klasikler” adı verilir. Klasik olması hem alanı şekillendirmelerinden hem de sosyoloji adına vazgeçilemez oluşlarından kaynaklanır. Alameti farikaları ise modern toplumsal değişmeleri analiz etmeleri ve makro düzlemde toplumların geleneksel toplumlardan kopuşlarını ele almalarından gelir. Her düşünürün teorik yaklaşımı ve kavramları, bir bilim olarak sosyolojinin şekillenmesine neden olmuştur. Bu bilimi söz konusu düşünürlere has kılan ise toplumsalın anlaşılmasına yönelik metodolojik pozisyonlarıdır. Çünkü düşünürler kendi metodolojik konumlanmalarıyla bilim dairesine dâhil edilir. Başka bir deyişle bilim dairesinin dışına çıkartılır. Hâkim metodolojik çerçevelere dâhil olmayanlar ise en kaba haliyle sosyoloji yapmış olmaz. Tam da bu sebeple sosyolojinin bir bilim olarak ortaya çıkma serüveninde hâkim metodolojik çerçevelerde kalmayanlar sosyolog olarak nitelendirilmemiştir. Metodolojik konumlanmaları daha derin bir bakış açısıyla ele alındığında, düşünürlerin dönemin siyasal rüzgarlarını ve muhtelif koşullarını temsil ettikleri görmezden gelinemez. Yani metodolojik konumlar, siyasal tavırlarla şekillenir. Böylelikle Durkheim’ın toplumcu anlayışı muhafazakarlıkla, Weber’in bireyin eyleminin anlamına vurgusu liberalizmle belirli bir bağlama kavuşur