Dindarlık öğretisi, belki de religio sözcüğünün anlamını (bugün anlaşıldığı şekliyle) nesnel mânâda en iyi ifade edendir. Dindarlık Tanrı'ya ilişkin ahlâki yaratılışa dair iki belirlenimden oluşur: Tanrı korkusu, O'nun zorunlu ödeve (bir kulun ödevlerine), yani yasaya hürmete dair emirlerine itaat etme durumudur; öte yandan Tanrı aşkı, birinin kendi seçimiyle ve yasanın (bir oğlun ödevinin) onaylanmasından hareketle itaat eylemidir. O hâlde her ikisi de ahlâksallığın yanı sıra, ahlâkın amaçladığı ancak bizim güçlerimizi aşan en yüce iyiyi gerçekleştirmek için elzem olan özelliklerle donanmış duyular üstü bir Varlık kavramını içerir. Bu Varlık idesinin bizimle ahlâkî ilişkisinin ötesine, O'nun doğasına dair bir kavrama geçersek, onu insanbiçimci, dolayısıyla da temel ahlâkî ilkelerimize doğrudan zararlı bir şekilde düşünme tehlikesi vardır. Sonuç olarak böyle bir Varlık idesi, spekülatif olanla birlikte yürümez; akıl, aklın kökeni ve daha ziyade gücü, tamamıyla, kendine yeten ödev belirlenimimizle olan ilişkisi üzerinden temellenir.
Bu durumda, gençliğe verilen ilk dersler ve hatta vaiz kürsüsünden gelen söylemler içinde hangisi daha doğaldır: Erdem öğretisini dindarlık öğretisinden önce yorumlamak mı, yoksa dindarlığınkini erdeminkinden önce (hatta belki de erdem öğretisinden hiç bahsetmeden) yorumlamak mı? İkisinin de birbirleriyle zorunlu bir bağıntı içinde durduğu açıktır. Ancak aynı türden olmadıkları için, bunun mümkün olmasının tek yolu, ikisinden birinin amaç, diğerininse sadece araç olarak anlaşılması ve izah edilmesidir. Ne var ki erdem öğretisi (Tanrı kavramından bile ayrı olarak) kendiliğinden mevcuttur, öte yandan dindarlık öğretisi, ahlâkımız bakımından, nihai ahlâkî amaca dair yetersizliğimizi telafi edici sebep olarak kendimize açıkladığımız bir amaç kavramını içerir.