Okyanusta yani uçsuz bucaksız bir denizde, bir şişenin içinde var–olduğumuzu tahayyül edelim. Öyle ki, içinde var–olduğumuz şişe herhangi bir limandan yola çıkmadı; gelinen bir liman olmadığı gibi, şişenin gideceği bir liman da mevcut değil. Şişenin içindeyiz ve bu “iç”le yetinmek zorundayız çünkü şişenin içinde bulunduğunu varsaydığımız okyanus, yalnızca, sürekli kendi içine kıvrılan, kendi içine dolanan bir tahayyül. İçinde sürekli dolaşıp durduğumuz okyanusta, şişe “hiçbir kimse” tarafından bulunmayacak; kıvrıklı ve dolanımlı süreklilik içinde, gün gelecek mutlak anlamda kaybolacağız; yani hiç–leneceğiz. Şişeyi yalamak da anlamsız çünkü bir şekilde içeri sızan, ama şişeyi de “aşan”, kıvrım ve dolanım içindeki okyanusta ne içkin(immanent) ne de aşkın (transcendent) bir “ilke” yok. Bu nedenle, herhangi bir meta–anlatıya dayalı, okyanusun derinliğinde gömülü ya da ufkunda yer–tutmuş bir “bilgi” peşinde koşmaksızın yalnızca şişenin içindeki hâlin bilgisiyle ya da daha renksiz bir deyişle farkındalığıyla yetinmek zorundayız. Çünkü tekrar pahasına, şişeyi, okyanus içinde dolaştıran ve dolandıran, şişede içkin ya da aşkın bir nihâî gâye aramak boş bir inançtır. Belki de tahayyül edebilecek tek nihâî gaye, bizâtihi kendi de bir tahayyül olan, sürekli kendi içine kıvrılan ve kendi içine dolanan okyanusun içinde devrî bir gâyenin varlığı; yani başlangıcı ve bitişi olmayan biteviye dolaşmak ve dolanmak…
İşte çok uzun yıllar mekân–zaman sahnesini salt bir geçici sınama yeri, bir uğrak olarak görüp her daim yola çıkacak şekilde hazır bekleyen bir zihniyet, süreç içinde, çok farklı değişkenlerle, sahnenin köken(mebde) ve öte(meâd) uçlarını kapatmış; sahneyi değersiz bir uğrak değil, içinde anlamını bulabileceği kendinde kıymetli bir konak olarak kabul etmiştir.