Irk ayrımcılığı, yüzyıllara yayılan pratiğiyle “öteki” yaratan ve onu baskılayan en önemli araç olmuştur. Ne Rosa Parks’ın meşhur “Otobüs Eylemi” ne de Malcolm X’in “Haccı” onu toplumsal bir vakıa olmaktan çıkarmaya yetmiştir. Ancak ırk ayrımcılığının hukuk temelli ve kamu politikasının bir parçası olarak yapılması, ırkçılığın kökleşmesi açısından katalizör vazifesi görmüştür. Nitekim Nazi Almanya’sında ırkçı politikaları uygulayanlar “hukukun gereğini” yerine getiriyorlardı. Güney Afrika’da ve ABD’de beyazlar, “kanun gereği” üstün sayılıyordu. Bu anlamda Avrupa felsefî yazınında ortaya çıkan ve doğal haklar teorisi adı verilen “her insanın doğuştan vazgeçilmez ve devredilmez hakları olduğu” düşüncesi de 20. yüzyılın ikinci yarısına kadar hukuk metinlerinde yerini alamamıştı. Irkçılığı yasaklayan en kapsamlı uluslararası hukuk metni ise geç bir tarihte ortaya çıkan 1965 tarihli “Her Türlü Irk Ayrımcılığının Ortadan Kaldırılmasına İlişkin Uluslararası Sözleşme”dir (Irk Ayrımcılığına Karşı Sözleşme). Öyle ki bu sözleşmeyle getirilen ırk ayrımcılığı yasağı, uluslararası hukukta emredici kurallar olarak bilinen ve istisnası mümkün olmayan “jus cogens” kurallardan sayılmaktadır. Ayrıca ırk ayrımcılığı yasağı, herkese karşı ileri sürülebilen “erga omnes” yükümlülük içermektedir. Daha açık ifadeyle bir devlet bu yasağa uymadığında bu tüm uluslararası toplumu ilgilendirmekte ve herhangi bir devlet bu duruma karşı hukukî yolları işletebilmektedir. Benzer bir durum soykırım yasağı söz konusu olduğunda da gündeme gelmektedir. Nitekim Güney Afrika’nın İsrail’e karşı Uluslararası Adalet Divanı nezdinde soykırım davası açması, bu tartışmayı yeniden açma imkânı tanımıştır. Soykırım için işletilebilen uluslararası hukuk mekanizmaları ırk ayrımcılığı için de işletilebilir mi?
Siyonizm tarafından üretilen ırk ayrımcılığı biçimi, klasik bir kolonyal propagandayla başlamıştır: Topraksız bir halk için halkı olmayan bir toprak (a land without a people for a people without a land). Nitekim “Yeni Dünya”yı keşfeden ilk sömürgeciler de ayak bastıkları toprakları “boş arazi” (terra nullius) veya “sahipsiz toprak” olarak adlandırmış ve orada yaşayan yerlileri yaşadıkları toprakların sahibi olarak kabul etmemişlerdi. Benzer şekilde 1800’lü yılların ikinci yarısından itibaren Siyonistler, Filistin topraklarını çöl ve bedevi birkaç kabilenin yaşadığı boş topraklar olarak resmetmeye başlamışlardır. Klasik sömürgecilerden farklı olarak Siyonistler, Osmanlı hakimiyetindeki bir yer olan Filistin için, daha açık ifadeyle, Kudüs, Yafa ve Gazze gibi ticarî kapasitesi yüksek şehirlere sahip bir toplum için bunu ifade etmişlerdi. Esasen siyasî Siyonizm’in kurucusu kabul edilen Theodor Herzl, 1898 yılında Kudüs’ü ziyaret ettiğinde Filistin’in Siyonistlerce tasvir edildiği gibi bir yer olmadığına şahit olmuştu. Ancak buna rağmen Filistin’in boş topraklar olduğu fikri daha sonraları Jabotinsky ve Weizmann gibi Siyonist liderler tarafından kullanılmaya devam etmiştir. Bu fikrin toplumsal bir neticesi olarak Filistin halkı, Filistin’den çıkarılması gereken mülksüz bedeviler olarak görülmüş ve ırkçı ötekileştirmenin nesnesi haline getirilmiştir. Siyonistler, Herzl’in Yahudi Devleti kitabında ifade ettiği Filistin topraklarını ele geçirmeyi haklı kılmak için her sömürgecinin tarihte yaptığı gibi ayrımcı söylemlere başvurmuşlardır. Oysa Siyonistlerin en temel iddiası, özellikle Doğu Avrupa’da yoğun olarak yaşanan antisemitizme çare olarak bir devlet kurma ihtiyacı etrafında şekillenmekteydi. Daha açık ifadeyle, Avrupa’nın ötekisi olarak muamele gören Yahudi toplumun karşılaştığı sorunlara ve uğradığı ırkçı ayrımcılığa karşı bir çare olarak ortaya çıktığını iddia eden Siyonizm’in sonradan ırkçı politikaları benimsemesi, tarihte benzeri görülmeyen bir metamorfozdur.
Siyonist hareket, 1948 yılında İsrail’i kurduktan sonra ırkçı ve ayrımcı politikalarını hayata geçirme imkânı bulmuştur. 1950’de çıkardığı “Dönüş Yasası”yla herhangi bir Yahudi’ye İsrail’e yerleşme hakkı verirken; yerlerinden edilmiş Filistinlilere bu hakkı tanımamıştır. Aynı yıl çıkardığı “Gaip Mülkiyeti Yasası”yla geri dönüşüne izin vermediği Filistinlilerin mülklerine el koymuştur. Yine 2003 ve 2018 yıllarında çıkardığı vatandaşlık düzenlemeleriyle Yahudi vatandaşların diğer vatandaşlara üstün konumunu vurgulamıştır. İç hukukunda apartheid benzeri kurallar kabul eden İsrail, buna rağmen uluslararası hukuk metinlerine de taraf olmuştur. Bu metinlerden en önemlisi olan 1965 tarihli Irk Ayrımcılığına Karşı Sözleşme’ye, Uluslararası Adalet Divanının sözleşme bakımından yetkisini düzenleyen 22. maddesine çekince koyarak taraf olmuştur. Sözleşmenin başlangıç kısmı, sömürgeciliğin ve ırk ayrımcılığının her biçimini kınayarak ve “tüm insanların hukuk önünde eşit olduklarını ve ayrımcılık veya ayrımcılığa tahrik karşısında hukukun eşit korumasından yararlanma hakkına sahip olduklarını dikkate alarak” başlamaktadır. Yine başlangıç bölümü “ırk farklılığına dayanan bir üstünlük doktrininin bilimsel olarak yanlış, ahlâkî olarak kınanması gereken, toplumsal olarak adaletsiz ve tehlikeli olduğuna, ırk ayrımcılığının teoride ve pratikte hiçbir haklı noktasının bulunmadığına” değinmekte ve “Dünyanın bazı bölgelerinde hâlâ ırk ayrımcılığı belirtilerinin açığa vurulmasından ve apartheid, ırk ayrımcılığı, ırksal üstünlüğe veya düşmanlığa dayanan hükümet politikalarının bulunmasından derin kaygı duyarak” tüm ırk ayrımcılığı ve benzeri politikalardan vazgeçilmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Başlangıç bölümündeki güçlü vurgu sonrasında, sözleşme birinci maddesinde, ırk ayrımcılığını şu şekilde tanımlamaktadır: “Bu Sözleşmedeki ‘ırk ayrımcılığı’ terimi; siyasal, ekonomik, sosyal, kültürel veya kamusal yaşamının her hangi bir alanında, insan hakları ve temel özgürlüklerin eşit ölçüde tanınmasını, kullanılmasını veya bunlardan yararlanılmasını kaldırma veya zayıflatma amacına sahip olan veya bu sonuçları doğuran ırk, renk, soy, ulusal veya etnik kökene dayanarak her hangi bir ayırma, dışlama, kısıtlama veya ayrıcalık tanıma anlamına gelir”. Sözleşme ikinci maddesinde ise ırk ayrımcılığının ortadan kaldırılması için alınması gereken tedbirleri düzenlemekte ve taraf devletlere ırk ayrımcılığı yaratan her türlü eylem ve politikadan kaçınma yükümlülüğü yüklemektedir. Bu sözleşmeye İsrail taraftır. Ancak diğer bağlayıcı uluslararası hukuk kurallarına uymadığı gibi İsrail, bu sözleşmeyi de birçok politikasıyla ihlal etmekte ve ırk ayrımcılığına dayalı bir düzeni devam ettirmektedir. Bilindiği üzere İsrail, kanunlar yoluyla, kendi vatandaşlığını taşıyan ve 1948 Arapları olarak bilinen topluluğa eşit haklar tanımadığı gibi kendi içinde de Yahudileri Aşkenaz, Sefarad, Mizrahi ve Falaşa gibi fiili katmanlara ayırmaktadır. Nitekim İsrail 1973 tarihli “Apartheid Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılmasına İlişkin Uluslararası Sözleşme”ye de taraf olmamıştır. Bu durum Uluslararası Af Örgütü ya da İnsan Hakları İzleme Örgütü gibi uluslararası insan hakları kuruluşları tarafından İsrail’in bir apartheid rejimini benimsediği şeklinde yorumlanmıştır.
Siyonizm’in uyguladığı ırk ayrımcılığı politikalarını kınamak için Birleşmiş Milletler Genel Kurulu ilginç bir karara imza atmıştır. Genel Kurul 10 Kasım 1975 tarihinde aldığı 3379 sayılı kararıyla Siyonizm’i ırkçılığın ve ırk ayrımcılığının bir formu olarak kabul etmiştir. Karar 72 lehe 35 aleyhe ve 32 çekimser oy nihayetinde alınmıştır. Ancak kararda geçen bu ifade, yine BM Genel Kurulu tarafından 16 Aralık 1991 tarihinde 46/86 sayılı kararla ilga edilmiştir. Bu ilganın arka planında Oslo Barış Süreci yatmaktadır. Filistin Kurtuluş Örgütü, Madrid ve Oslo’da barış görüşmeleri yapma karşılığında Genel Kurul üyelerini ikna edeceğini ifade etmiş ve Genel Kurul üyeleri buna binaen barış sürecini desteklemek için kararın ilgili bölümünü ilga etmiştir. Bu kararın ilga edilmesi, esasen Siyonizm’in ürettiği ırk ayrımcılığı biçimi hakkında konuşmayı da zorlaştırmıştır. Zira daha sonra Siyonizm ve ırkçılık hakkında konuşmak sıklıkla Siyonistlerce antisemitizm olarak gösterilmek istenmiştir. Halbuki Yahudilik ve Siyonizm, birbirinden farklı kavramlar olduğu gibi Siyonizm içerisinde dahi “revizyonist siyonizm” gibi aşırı fraksiyonlar mevcuttur. Bu nedenle antisemitizm ile Siyonizm karşıtlığı tamamen farklı şeylerdir. Kaldı ki Siyonizm karşıtı Yahudiler de azımsanmayacak sayıdadır. Siyonizm’e karşıtlığın antisemitizm olarak etiketlenmesi de bilinçli bir Siyonist politikadır.
Herhangi bir dilde Siyonizm ve ırkçılık kavramlarını yan yana arattığınızda karşınıza çıkan makaleler genel olarak bu ikisinin alakasız olduğuna ilişkin yazılar olacaktır. Siyonistlerin uluslararası hukuk alanında da güçlü olduğu bilinen bir gerçektir. Bu anlamda birçok makale en başta bahsettiğimiz “topraksız bir halk için halkı olmayan bir toprak” ifadesinin efsaneden ibaret olduğunu ispatlamaya çalışmakta ve Siyonizm’i ırkçılıkla yan yana kullanmanın antisemitizm olduğunu iddia etmektedir. Bu anlamda bu konunun ilmî ve hukukî boyutlarıyla tartışılmasının önünde kasten bir duvar örülmüştür. O yüzden Prof. Türkkaya Ataöv’ün 1982 tarihli Siyonizm ve Irkçılık adlı çeviri kitabı büyük önem arz etmektedir. Kitap esasen 24–28 Temmuz 1976 yılında Libya’da düzenlenen “Siyonizm ve Irkçılık Üzerine Uluslararası Sempozyum”da sunulan bildiri metinlerinden oluşmaktadır. Hatta sempozyum sonunda bir uluslararası örgüt kurulması kararlaştırılmış ve bunun üzerine “Her Türlü Irk Ayrımcılığının Ortadan Kaldırılması İçin Uluslararası Örgüt (EAFORD)” kurulmuştur. EAFORD’un yönetim kuruluna da seçilen Ataöv, EAFORD’un Güney Afrika ve Siyonizm üzerine yoğunlaşmasını üç sebebe bağlamaktadır: Birincisi, bu iki hususa ilişkin BM Genel kurulunda bir uzlaşının olması; ikincisi, ikisinin de dünya barış ve güvenliğini tehdit etmesi; üçüncüsü, ikisinin de soykırıma varacak ölçüde insan haklarını reddetmesi.
Kitapta Edward W. Said gibi meşhur entelektüeller olduğu gibi Klaus J. Hermann gibi Siyonist olmayan Yahudi akademisyenler de yer almıştır. Yahudilerin birçoğu Siyonizm’in Yahudilik’le aynı olmadığını iddia ederek Siyonist politikalara karşı çıkarken; Siyonist politikacılar, antisemitizm ve Holokost’un gücünü kullanmak için, ısrarla Siyonizm’e karşı çıkmanın Yahudi karşıtlığı olduğunu ileri sürmektedirler. Kitapta sadece ırkçılık değil ayrıca Siyonizm ve emperyalizm, yerleşimci sömürgecilik ve apartheid konuları da uzman bilim insanları tarafından incelenmiştir. Bu anlamda İsrail’in ortaya koyduğu politikaların klasik sömürgeci devletlerle benzerlik gösterdiği, İsrail devletini Güney Afrika benzeri bir apartheid devleti haline getirdiğini, yerleşim politikasının işgalin kalıcı hale getirilmesi ve ırk ayrımcılığının derinleştirilmesi açısından hukuka aykırı olduğu tespitleri defaatle dile getirilmiştir. Belirtmek gerekir ki bu kitap dışında Türkçe yazında Siyonizm ve ırkçılık konusunu müstakil olarak ele alan çalışmalar yok denecek kadar azdır. YÖK’ün tez veri tabanında “Siyonizm” aratıldığında karşımıza on bir adet tez çıkmaktadır. Ancak bu tezlerin hiçbiri müstakil olarak Siyonizm ve ırkçılık konusuna ilişkin değildir. Yine aynı veri tabanında “apartheid” aratıldığında karşımıza çıkan altı tezin beşi Güney Afrika’ya ilişkindir. Diğeri ise Rami Hammad tarafından “ayrım duvarı” hakkında yazılan tezdir ve dolaylı olarak ayrım duvarının apartheide varan sonuçları hakkında bilgiler içermektedir. Daha açık ifadeyle, Siyonizm ve apartheid ilişkisinin kavramsal analizine yer vermemektedir. Esasen bu durumdan Türkçe yazında İsrail veya Filistin hakkındaki genel bir ilgisizliğin olduğu sonucu da çıkarılamaz. Zira YÖK veri tabanında “İsrail” aratıldığında üç yüz altmış, “Filistin” aratıldığında iki yüz altmış tez çıkmaktadır. Elbette bunların birçoğunda İsrail ve Filistin kelimeleri birlikte geçmektedir. Belirtmek gerekir ki bu tezlerden sadece on altısı hukuk alanında yazılmıştır. Tez haricinde kalan Türkçe yazında ise hakimiyetin daha çok çeviri kitaplarda olduğu söylenebilir. Yabancı yazında da durum çok farklı değildir. Siyonizm ve ırkçılık ilişkisi hakkında yazılmış kitap ve makaleler, son derece yetersizdir. Bu anlamda bu konuda da müstakil bir eser ihtiyacı önümüzde durmaktadır.
Akademik metinler yetersizdir ancak mevcut uluslararası hukuk kurallarının işletilmesi, akademik metinlerin de artmasını sağlayabilecektir. Peki mevcut uluslararası hukuk araçları düşünüldüğünde İsrail’in veya İsrail yetkililerinin ırkçı politikaları sebebiyle mahkûm edilmesinin yolu nedir? Bilindiği üzere Güney Afrika Cumhuriyeti, İsrail aleyhine Soykırım Sözleşmesi’nin ihlal edildiği gerekçesiyle Uluslararası Adalet Divanı önünde dava açtı. İsrail Irk Ayrımcılığına Karşı Sözleşme’nin 22. maddesine çekince koymasaydı, Güney Afrika’nın açtığı davanın bir benzeri Irk Ayrımcılığına Karşı Sözleşme’nin ihlalinden bahisle açılabilirdi. Ancak, her ne kadar İsrail yukarıda sözünü ettiğimiz Irk Ayrımcılığına Karşı Sözleşme’ye taraf olurken Divan’ın yargı yetkisini kabul etmemişse de sözleşmenin hükümleriyle bağlıdır. Nitekim sözleşmenin 3. maddesi taraf devletlere “her türlü apartheid pratiğinin ortadan kaldırılması” yükümlülüğü getirmektedir. Bu anlamda İsrail Irk Ayrımcılığının Önlenmesi Komitesi’ne (CERD) şikâyet edilebilir. Öte yandan apartheid suçu Uluslararası Ceza Mahkemesi’ni (UCM) kuran Roma Statüsü’nde de 7. maddede yer alan “insanlığa karşı suçlar” arasında düzenlenmiştir. İşgal edilmiş Filistin toprakları üzerinde işlenen suçlardan dolayı UCM savcılığı tarafından yürütülen soruşturma devam etmektedir. Savcılığa gerekli deliller sunularak İsrailli yetkililerin apartheid suçundan da yargılanması sağlanabilir. Ayrıca BM üyesi devletler İsrail’in taraf olduğu Irk Ayrımcılığına Karşı Sözleşme’yi ihlal ettiğini ve bir apartheid rejimi uyguladığını Genel Kurul’da ilan edebilirler. Şunu ifade etmek gerekir ki hukuk kuralları bir imkândır ancak bu imkân kendi kendini câri kılamaz. Kuralları işletme yetkisi olanların bunları icra etmesi ve hayata geçirmesi gerekir. Güney Afrika’nın yaptığı gibi. “Nasılsa İsrail uymayacak” veya “ABD sonucu uygulatmaz” şeklinde zafere odaklanmış düşünceler mükellef olanları işletilebilecek yolları da işletmeme ataletine sürüklemektedir. Hiçbir kural zaferi garanti etmez. İnsan onuruna yakışacak olan sefere çıkmaktır.