Boykotu Başarmak İslam Dünyasında İktisadî Zihniyetin Tashihi

Faruk Taşçı

Faruk Taşçı



7 Ekim’de mücahitlerin başlattığı büyük taarruz sonrası Gazze’de yaşanan gelişmelerle gündeme gelen konulardan biri de boykot oldu. Şahıs düzeyinde, sivil yapılanma olarak, özel ve kamu kuruluşları olarak Siyonist işgal rejimine destek verenlere yönelik “bir kimse, bir topluluk veya bir ülkeyle amaca ulaşmak için her türlü ilişkiyi kesme” anlamına sahip olmanın yanında “bir işi, bir davranışı yapmama kararı alma” anlamını da içeren boykot gündeme geldi.1

Boykotun devreye girmesi sonrasında tartışılan konulardan biri de boykotun başarılı olup olmadığı / ol(a)mayacağı, yani etki meselesi oldu. Hal böyle olunca, boykotun özüne yönelik bir tartışma zemini açmak gerekmektedir, zira boykot demek sosyal veya ekonomik anlamda akaidî zemini (İslam düşünce geleneğinin kurucu ilkeleriyle uyumlu iktisat tasavvurlarını) merkeze almak ve bu zemine göre muameleyi (İslâmî iktisat uygulamalarını) devreye sokmak demektir.

Bu nedenle temel soru şu olmalıdır: Boykotu başarmak nasıl mümkün olacaktır ve burada İslam düşüncesine özgü iktisat yaklaşımını ve uygulamalarını nereye konumlandırmak gerekmektedir? Cevap da apaçıktır: Boykot başarılmak isteniyorsa, Müslümanların iktisadî tasavvurlarına sızmış olan Bâtıl inançları ve uygulamaları ayıklamak ve bu çerçevede Bâtıl iktisadî anlayış, kurum, uygulama ve ürünleri ayıklayıp dönemsel değil de sürekli bir teyakkuz halinde ömür boyu hepsine birden (bütüncül) bir şekilde “Lâ” (Hayır!) demek lazımdır.

İslam’ın İktisadını İslam–Dışından (Bâtıl’dan) Ayırt Etmenin Ölçüsü

İslâmî iktisad tasavvuru ve uygulamalarını gayrı İslâmî olanlardan (Bâtıl’dan) ayırt etmek; meseleyi muhakeme etmek, inceden inceye düşünmek ve mukayese etmek anlamında ölçüp biçmeyi gerektirmektedir.

Burada öncelikle, “neye göre” sorusu yani “dayanak” akla gelmektedir. Bu, aynı zamanda “ölçüye vurmak” demektir. Ölçü, Yahudilik mi, Hıristiyanlık mı, kapitalizm mi, Marksizm mi olacaktır yoksa İslam düşünce geleneğinin kurucu ilkeleri ve onlarla ilişkili iktisadî tasavvurlar ve uygulamalar mı? Zira hepsinin kendi kavramları, kendi ilkeleri, kendi sistem(atik)leri, kendi yapılanmaları ve kendi uygulamaları bulunmaktadır. Bir şeyi dayanak almak, en başta o şeyin özünü almak demektir. Özse tohum gibidir, toprağa hangi tohum ekilirse, mahsul de o cinsten olur. Dayanak Yahudilik, Hıristiyanlık, kapitalizm veya Marksizm ise ortaya çıkan kavram (fidan) da ilke (ağaç gövdesi) de yapılanma (ağaç dalları) ve uygulamalar (ürünler) da onlardan olacaktır. Dolayısıyla dayanak İslâmî hayat görüşü olmalıdır ki sosyal ve iktisadî hayatta İslam-dışına (Bâtıl’a) boykot hakkıyla mümkün olabilsin.

Öte yandan, dayanak aynı zamanda davranış (uygulama) demektir. Davranışlar ya ölçülüdür ya da ölçüsüzdür; ya ölçülü olmak (Hakk) vardır ya da ölçüyü kaçırmak/aşmak (Bâtıl) vardır. Davranışta Hakk’ın ölçüsüne itidal denilir. İtidal varsa ve sürekli ise fazilet, fazla veya gereksizce ifrat (ölçüsüzlük) ya da ihmal edilmişse (tefrit) söz konusu olur ve itidal i) dünya-ahiret, ii) şahıs-toplum ve iii) şahıslar arası olmak üzere üçlüdür. Öncelikle “dünya-ahiret” dengesi şarttır; dünya, hem dünya hem de ahiret için çalışma yeridir ve ahiret için çalışmaksa helal yoldan çalışmaktır ve bu (İmam Muhammed’in açıklamasıyla) ilim öğrenmenin farz olması gibi her Müslümana farzdır ya da İbn Haldun’un ifadesiyle zaten Allah’ın emridir. Burada dengeyi korumak adına, İmam Muhammed tarafından dünya işleriyle helalinden meşgul olmak farz olsa da zihnen sürekli meşgul olmak haram görülmektedir. Benzer mantıkla mal ya da malın çokluğuyla övünmek de haram kabul edilmektedir. Bu anlamda, iktisadî faaliyetlerde maddî tatmini maksimum yapmak değil, insanın maddî eğilimlere esir olmaması, dengenin / ölçünün gereğidir.2 İtidal aynı zamanda “şahıs ile toplum” arasında da gereklidir. Temel kural şudur: Şahıs ve toplumun menfaatlerinin birbirlerine üstünlüğü yoktur, ama iki menfaat çakıştığında toplum öncelenir. Şahıslar arasında da itidal kuralı esastır: İki kişinin menfaatinin çakışması durumunda “zarar etme ve zarar verme yoktur”, “iki zarardan büyüğü hafifiyle defedilir” kuralları devreye girmektedir ve en çok zarara uğrayan kişi tercih edilir.3 Tüm bu denge/itidal alanlarının anlamı şudur: Boykot için zaten helal yoldan kazanç ve tüketim şarttır ve bu hayatın doğal bir parçası olarak sürekli olmak durumundadır. Bu yapılırken de toplumun genel menfaatine dikkat edilmelidir ve varsa yer yer şahıs düzlemindeki sorunlar, oralarda da en az zararlı dolayısıyla en faydalı olan adımlar tercih edilmelidir.

Nihayetinde itidal üzere olmanın en baş ve en mühim somut yansıması enine boyuna “ölçü almak” yani “küllî” (tevhîdî/bütüncül) bir zeminde bulunmak “parçalı” olmaktan uzak durmaktır çünkü parça parça görmek (sekülerizm), parça parça sekülerizme yem olmak demektir. Olması gerekense yani ölçü ise “küllün parçası olarak görmek”tir. Hal böyle olduğu içindir ki Sabahattin Zaim “adalet bir küldür, bu nedenle adaletin sosyali, iktisadîsi veya siyasîsi olmaz” diyerek açıkça meseleyi ortaya koymaktadır:

“Adalet bir küldür; hayatın her safhasında, her zerresinde olmalıdır. Batı sisteminde ilimler kompartmantaldir, bölümlere ayrılmıştır. Farklı farklı kompartımanlar vardır, İslâmî anlayışta bu yoktur, bütünlük vardır, tevhit vardır. Cüzler, küllün parçalarıdır. Cüz-kül münasebeti vardır ama cüz külden bağımsız değildir, iktisat kendi içinde bir branştır, ama İslâm’ın bütünü içindedir. Yani adalet bir küldür, her yerde olur. Ana-baba da çocuklarına adaleti uygulayacak, amir de memurlarına adaleti uygulayacak, çiftçi, ekiminde mahsulüne karşı adaleti uygulayacak, insan, çevresine karşı adil davranacak, Allah’ın verdiği nimete hor bakmayacak.”4

Eğer böyle yapılabilirse, yani ölçü tek ve bütüncül bir zeminde cereyan ederse, nihayetinde “ölçüyü tutturmak” yani hedefe varmak mümkün olur. Ancak burada da mühim bir mesele var: Hedefe varmak “rıza için” mi “menfaat için” mi olacaktır? Rıza için ise elde edilen neticenin nicel yönüne bakılmaz ve “razı olunan” sınıfına dahil edilenlerden olunur ki buna “istikamet üzere olmak/kalmak” denir; eğer hedefe varmak menfaat içinse belki “sonuçta” birçok malî kazanç olabilir veya boykot özelinde kaybettirilir ama gerçekte belki kazanan veya kaybedenin “ölçüsü kaçmış” olabilir, “istikametten çıkılmış” olunur!

Ölçünün Kaynağı Meselesi

Hal böyle olunca, ölçüyü kaçırmama adına ölçünün kaynağı meselesini biraz daha deşmek elzemdir.

Bir kere, İslam’ın iktisadını konuşmak başlı başına İslam’ı konuşmaktır. Bu nedenle sosyal bilimlerin iddia ettiği ama gerçekte olmayan “sübjektiflik–objektiflik” ayrımları anlamsızdır. Çünkü Müslümanların iktisadî sahadaki varlığı başlı başına İslâmî değerlere odaklıdır. Bâtıl iktisadı değer odaklı olmadığını, “pozitif” olduğunu iddia etmektedir; halbuki insanın ve aynı zamanda akademinin kendi (inanç, ideoloji vs.) çevresinden soyutlanması mümkün değildir. Bu gerçeği Sabahattin Zaim, Cambridge Üniversitesi’nden Profesör Joan Robinson’un sözleriyle nakletmektedir:

“Her insan ideolojik, ahlâkî ve politik görüşlere sahiptir. Hiçbir görüşü yokmuş gibi veya tamamen objektifmiş gibi davranmak ya kendini kandırmak ya da başkalarını kandırmak için bir araç kullanmak demektir. Sosyal bilimlerde özne meselesinde değer tespitlerini göz ardı etmek, öznenin kendisini göz ardı etmek olur.”5

Bu gerçeğin örtülmesi, Batı’da Aydınlanma dönemiyle başlayan “anlamayı terk etme” ve yerine “kontrol etme”yi amaç edinme ve uygulamayla mümkün kılınmaya çalışılmaktadır. Artık bir güç olarak bilgi, insanı, tabiatı ve Tanrı’yı anlama çabası için değil, insanı, tabiatı ve hatta Tanrı’yı kontrol etme çabası için vardır.6 Bunun uzantısı olarak Batı’da sosyal bilimlerin ortaya çıktığını, mesela sosyolojinin toplumu anlamak değil de toplumu kontrol etme bilimi şeklinde vücut bulduğunu ya da yine antropolojinin kültürleri anlamak yerine kültürleri kontrol etmek için sahaya sürüldüğünü veya örnek olarak psikolojinin insanı anlamak yerine insanı kontrol etmek için geliştirildiğini ve nihayetinde iktisadın da piyasa işleyişini anlayıp gereğini adil bir şekilde yerine getirmek için değil de piyasayı kontrol etmek için var olduğunu görmek, sübjektiflik-objektiflik girdabına düşmeden ölçü olarak İslam’ın kendine ait kaynağı meselesine bakmayı gerekli kılmaktadır. Aksi hâlde, örnek olarak liberal-kapitalist ideolojinin ekonomi aracıyla devleti kontrol ettiğini ve halkı sömürdüğünü, Marksist-sosyalist ideolojinin ekonomiyle halkı kontrol edip devleti sömürdüğünü ya da Yahudi/Hıristiyan ileri gelenlerinin dini kontrol edip kendileri dışındakileri narkoza sokup (büyüleyip) sömürdüklerini görmek pek mümkün olmaz.

Bu nedenle İslâmî hayat görüşünü merkeze almadan herhangi bir boykot hamlesinin bırakın hakkıyla yapılabilmesi, başlangıç düzeyinde adım atılmasının de pek anlamı olmayacaktır. Öncelikle temel mantık olarak, İslam’ın tüm unsurlarının birbirlerinden ayrı düşmeyecek şekilde (tevhid) birbirlerine bağlı, parçalanmayan bir bütün olduklarını kabul etmek esastır.7 Bu tarz bir bütüncüllük de üç noktadadır.

Bunlardan birincisi, “İslam kaynaklarının bütüncüllüğü”dür. İslam, “Kitap, Sünnet, icmâ’ ve kıyas” kaynaklarıyla bir bütündür. Kitap, Sünnet, icmâ’ ve kıyas, âlimlerin çoğu tarafından üzerinde ittifak edilen aslî delillerdir ve istidlal yapılırken sıralama önce Kitap, sonra Sünnet, sonra icmâ’ ve sonra kıyas şeklindedir. Bu kaynakların hepsi bir “bütün” olarak İslam’ı oluşturur. Ancak bu genel (aslî) kaynakların yanında bir de örf ve âdet (teamül), istihsan (kamu yararı), istislâh, devletlerin çıkardığı mevzuat, sahabe kavli gibi diğer hususî (fer’î) kaynaklar da bulunmaktadır. Bunlar da aslî kaynaklarla çelişmediği müddetçe “bütünün içinde”dir, yani İslam’da/n sayılır. Bu bağlamda herhangi bir X konusu İslam’dadır veya İslam’da değildir, başka bir ifadeyle İslam’ın bütünü içindedir veya değildir. Örnek olarak İslam, iktisattan daha geniş bir alanı kapsamaktadır. İslam, insan davranışlarının bütününe bakar iken, iktisat sadece insanın maddî davranışına bakmaktadır. Bu yönüyle iktisadî tasavvurlar ve eylemler, İslâmî hayat görüşüyle uyumlu bir şekilde onun varlık ve âlem tasavvuru içinde anlam kazanır, çünkü Müslümanların iktisadı, İslam bütünlüğü (vahdet) içinde kendisine yer bulur.8

Vahdet, ikinci olarak, aynı zamanda İslâmî gelenekteki bir X konusu/alanı/cephesiyle diğerlerinin (Y, Z…) bir bütün olmasını da gerektirmektedir. Buna göre örnek olarak İslâmî hayat görüşünün bir uzantısı olarak iktisat cephesi, diğerlerinden (inanç, ibadet, ahlâk, hukuk, sosyal hayat, dünya görüşü vb.) ayrı ve bağımsız ele alınamaz. Hepsi, birbirleriyle girift bir şekilde iç içedir. Bu nedenle İslam’da iktisat konusunu ele almak demek, tefsir usûlü, hadis usûlü, fıkıh usûlü vb. bilgisiyle tefsir, hadis, fıkıh bilmeyi ve kelam, mantık, gramer ve edebi sanatları da eklemeyi gerektirir.9

İslâmî gelenekteki bu bütüncüllük, üçüncü olarak, herhangi bir X konusunun kendi alt unsurları (X1, X2 …) ile de ayrı düşünülemeyeceği anlamına gelir. Bu nedenle örnek olarak İslam’ın iktisadı, sadece İslâmî bankacılık ve finans ya da zekâtla ilgili değildir, başka birçok alt konusu bulunmaktadır ve bunlar birbirleriyle bir bütün halinde ilişki içindedirler. Yine Müslümanlara özgü iktisadî tasavvur ve eylemlerde çalışma konusu, İslam iktisadının kazanma veya harcama konusundan bağımsız telakki edilemez.10

Ölçünün Somut Adımı Olarak Boykot:
Müslümanların İktisadına Sızan Bâtıl İnanç ve
Uygulamalarını Ayıklamak

Bu çerçevede ölçüyü anlamak ve özellikle ölçünün kaynağı konusunda apaçık olmak, boykot sürecinde mecburen Müslümanların iktisadî tasavvur ve eylemlerine “sızan” Bâtıl unsurları tek tek ayıklamayı gerektirmektedir.

Öncelikle ve Bâtıl’ın Hakk’a karşı en keskin kesimi olan Yahudi inanç ve uygulamalarının, Müslümanların iktisadî tasavvur ve eylemlerine sızan parçalarını ayıklamakla başlanabilir. Yahudilik’te ırksal üstünlük iddiasına dayalı seçilmiş / seçkin millet olma ve geri kalanlara (goyim/gentile) yönelik ayrımcı muamele yapılmasına dayalı bir durum söz konusudur. Tora, Talmud ve hahamların açıklamalarına dayalı kodlamalarıyla “ahitleşme” mantığı içinde Tanrı Yahve ile Yahudiler arasındaki özel ilişkiye inanılmaktadır11 ve ahitleşmenin gerçekleşmesi, aynı zamanda “vaat edilmiş topraklar”ın gerçekleşmesi demektir. Bu, ancak seçilmiş olanlara verilen bir vaattir ve seçilmişliğin getirdiği üstünlük ve büyüklük duygusu, goyime karşı ayrım ve farklılığın da kaynağı konumundadır.12 Bu durum, en uç noktaya ulaşmış ve goyimlerin şeytanî yaratıklar olduğu şeklinde bir inançla nitelenmesine kadar varmıştır.13 Mesele inançla kalmamıştır, bizzat Yahudi hukuk sistemini (halakhah) de bu minvalde şekillendirmiştir ve hukukun işleyişi Yahudi ve goyim için farklıdır. Örnek olarak özellikle fakir ve muhtaç duruma düşenlerden faiz talep edilmemesine yönelik ikazların olduğu görülmektedir,14 ancak durum Yahudi-goyim ayrımında farklıdır; zira bir Yahudi’ye faizsiz borç vermek hayırsever bir davranış olarak tavsiye edilmekte iken,15 goyim bir borçludan faiz almak zorunlu görülmektedir; hatta goyimden mümkün olan en üst faiz alınması istenmektedir.16 Çok daha fazla örnek ortaya koymaya gerek kalmadan, sadece seçilmişlik kafası ve geri kalanlara yönelik her türlü tasarrufu her türlü şekilde yerine getirebileceğine dair herhangi bir inanca sahip olan bir Müslümanın, velev ki tüm piyasa İslam’ın iktisat kurallarına göre işlesin, Yahudi ahlâkına kapıldığı için boykot yapmaya dönük hamlesinin pek bir anlamı olmayacaktır.

Buna benzer anlamsızlıklara düşmemek için Müslümanların iktisadî tasavvur ve eylemlerine sızan Hıristiyan inanç ve uygulamalarını da ayıklamak gerekmektedir. Hıristiyanlık’ta Kilise merkezdedir; hemen her şey sorgusuz bir biçimde Kilise buyruklarına göre şekillenmektedir. Zengin olan Kilise ve temsilcilerinin fakirlik övgüsü ve “fakir için Kilise olmak”, “fakir ile Kilise olmak” ve “fakirin Kilisesi olmak” bağlamlarında17 yoksullara yönelik “kontrol edici” hizmetleri ön plandadır. Bu durum başlı başına ruhbanlık anlayışına dayalı mistik inancın toplumsal düzlemdeki karşılıklarıdır. Başka bir ifadeyle, fakirliğin kıymetli ve faziletli olduğuna dayalı bir çileci hayat biçimi söz konusudur.

Bunun yansımaları Anadolu topraklarında İslam tasavvufuna sızmış “Hıristiyan tasavvufu/mistisizmi” şeklindedir. Bu noktada tasavvufa atfedilen genel anlamda dünyaya reddiye, özelde ise zenginliğe olumsuz yaklaşımların pratikte varlığından yola çıkılarak “Nasıl oluyor da Müslüman bir ahali, gayrı İslâmî bir ilkeyi bu ölçüde benimseyebiliyordu?” ve “Peygamberi tacir olan bir ümmetin mensupları nasıl böyle düşünebiliyorlardı?”18 türünden sorular sormak doğaldır. Tasavvufta bir yönüyle, dünya (maddî) ile ahiret (manevî) hayatı arasındaki ilişkide, ahiret hayatının dünya hayatından daha değerli olması söz konusudur. Dünya hayatının aldatıcı olduğu, oyun ve eğlenceye denk geldiği şeklindeki âyetlerden yola çıkılmak suretiyle dünya zevklerine dalmamak ve aldanmamanın önemi vurgulanmaktadır.19 Bu çerçevede İmam Rabbânî gibi etkili sûfi “Dünyanın misali, şekerle karıştırılmış zehre benzer. Aklı olan onun değersiz metasına aldanmaz.”20 diyerek dünya tehlikesine ve terkinin önemine işaret eder. Ancak dünyayı terk etmenin mânâsı şöyledir: “…dinî emirlerde pak şeriatın hükümleriyle hükmetmekten ibarettir.”21 Dolayıyla tasavvufî yaklaşımda mesele, dünya işlerini, bulanıklıklaştırmadan, arzu ve istekleri dünyaya meylettirmeden yerine getirmektir.22 Bu sebeple, dünyaya tamamen sırt çevirip münzevi hayat yaşamanın amaç olmadığı açıktır. Bu çerçevede dünyaya yüz çevirip rahipler gibi yaşamak men edilmiştir.23

Fakat tasavvuf açısından zahitlik dünyayı reddetme anlamında değilse bile, dünyaya “rağbet etmeme” olarak uygulaması olan bir hâldir.24 Rağbet etmemek, dünyaya düşkün olmamak, tamah, ihtiras ve çıkarcılık peşinde olmamakla eşdeğerdir.25 İşte rağbet etmeme, özellikle ilk dönem tasavvuf ehli için fakirliğin maddî anlamı dikkate alınmak suretiyle, mal ve mülkün terk edilmesi şeklinde değerlendirilmiştir.26 Zira tasavvuf, mal ve mülk (eşya) karşısında kontrollü olmayı salık vermektedir ki maddeye değil de maddenin Sahibi’ne kul olunabilsin.27 Böylece fakirliğin manevî yönüne dikkat çekilmek istenmektedir. Bu yön, insanların kendi kendilerine kul olmaktan sakındıkları ve esasında kendi kendilerine yetmeyip, Allah’a muhtaç oldukları (el-fukarâ ilallah) anlamına gelmektedir.28 Mevlânâ’nın Hz. Süleyman’a “mal ve mülkü gönlünden çıkardığı için fakir” demesi,29 fakirliğin bu yönü sebebiyledir. Sonuç itibarıyla, genel anlamda İslam’ın iktisadı, dünyaya değil dünyayla yakın ilişkiye girme, yani dünyaya karşı sevgi besleme ve özel bir tavır içinde olma anlamındaki “dünyevîleşme”ye karşı bir tutum içindedir. Hal böyle olunca, Hıristiyan mistik anlayışının etkisinden kurtulmak ve İslam tasavvuf hayatının merkezinde olan “dünya ve içindekilerin yanlışlıklarına kapılmamak” için dünyadan beri durmak, başlı başına büyük bir boykot demektir.

Burada Protestan inanç esasları ve uygulamaların da Müslümanların iktisadına sızmış olduğu not edilmelidir. Katoliklik’in dünyaya yönelik reddiyeci tutumu, Luther öncülüğünde Protestanlık hareketi şeklinde karşı çıkışlara maruz kalmış; zamanla hareket, Kalvin ve Zwingli üzerinden (Babtisler, Quakerler, Metodistler, Adventistler gibi) değişik mezheplerin de etkisiyle geniş bir alana yayılmıştır.30 Bu mezheplerin etkisiyle şekillenen yeni zemin, meslek (çalışma) kavramını Tanrı buyruğu olarak kabul etmiş ve çok çalışmak kutsallaştırılmıştır.31 Öyle ki bu kutsallık sebebiyle Metodistler alışveriş sırasında gevezelik ve pazarlığı yasaklamışlardır.32 Böylece Luther’in de benimsediği bir çerçevede, meslek uğraşı Tanrı’nın verdiği bir ödev, hatta “tek ödev” olarak ortaya çıkmıştır.33 Bu anlamda Luther’e göre, rahibin ibadet yapmak suretiyle Tanrı’yı memnun etmesi gibi, bir meslek sahibi olarak marangoz, çiftçi veya başka birinin işinin gereklerini yaparak aynı memnuniyeti sağlaması mümkündür.34 Disiplinli bir çalışma, başarı ve yüksek performansla birikim yapmak, Tanrı tarafından seçilmişliğin bir işaretidir.35

Bu inanç ve uygulamaların Müslümanların iktisadına sızmış biçimi “çalışmanın kutsal olduğu” inancıdır. Halbuki İslam’ın iktisadında çalışmanın kendisinin kutsallık yönü yoktur, çalışmak nötürdür. Çalışmaya kıymet katan husus, çalışmanın Allah rızasına uygun yapılmasıdır ki bu durumda “çalışmak mübarek”tir; çünkü Allah’ın rahmet ve bereketine mazhar olmuştur. Öte yandan çalışmakla birikim ve servet temini otomatik neticelenmez. Sabahattin Zaim’in ifadeleriyle

“İslâmiyet’te servet Allah’ın dileğiyle olur. Ferdin çalışmasının mahsulü değildir. Her çalışan zengin olamaz. Allah, herkesi bu dünyada bir şekilde imtihan eder. Kimimizi servetimizle, kimimizi fakirliğimizle, kimimizi güzelliğimizle, kimimizi çirkinliğimizle, kimimizi soyumuzla vs. ‘Bakalım karşılığını veriyor muyuz?’ diye teste tâbi tutuluyoruz...”36

Hal böyle olunca, örnek olarak boykot edilmesi gereken bir ürünü satarak daha çok kazanacağını ve böylece servetine servet katıp faydalı olacağını düşünen bir Müslüman iş adamı, aslında Protestanlık inancını tahkim etmekten öteye gitmemektedir.

Benzer bir ters tahkimat, Müslümanlar tarafından liberal-kapitalist ideolojiye yapılmış olabilir çünkü liberal-kapitalist ideolojinin Müslümanların iktisadının içine sızabilecek önemli araçları bulunmaktadır. Bir kere, üniversitelerde okutulan “İktisada Giriş” ve bilumum iktisat derslerinin hemen hepsi liberal-kapitalist ideoloji temellidir. Temel iktisat kitaplarının ilk vurgusu, “iktisadın la-ahlâkî” olduğu yani ahlâkî kaygılardan hareket etmediği, seküler bir mantığı olduğu şeklindedir.37 Bu mantık kurgusu içinde “birey” merkezdedir; liberal-kapitalist ideolojinin birincil ve belki de en temel özelliği, birey ve özgürlük üzerine yapmış olduğu vurgusudur, dolayısıyla bireysel özgürlüğü merkeze almasıdır. Bu noktada bireycilik, bireyin çıkarlarını toplumunkinden (ve toplumdaki sınıf, halk, millet vb.lerden) üstün görme,38 her türlü değerin kaynağı olarak bireyi kabul etme demektir. Buna göre her insan, doğuşta özgür ve eşit olan akıl sahibi bir “birey”dir; insana anlamını veren toplum değil, aksine topluma anlamı veren birey söz konusudur. Bu yönüyle birey, toplumdan da siyasî iktidardan da devletten de önde gelmektedir.39 Locke’tan gelen bu dayanağın uzantısı olarak bireye, herhangi bir kolektif bütünden daha fazla bir ahlâkî değer atfedilmektedir.40 Dolayısıyla en yüce ve nihaî amaç bireyin kendisidir ve bireyin varlık sebebi başka varlıklar değil, bizzat kendisidir. Akıl ve vicdan dışında da bireyi bağlayıcı hiçbir şey yoktur.41

Öte taraftan bireycilikte kendi amaçlarını serbestçe seçebilme ve bunları yerine getirebilmek gerekir. Bu nedenle bireyin özgür olma zorunluluğu vardır. Liberal-kapitalist ideolojinin özgürlüğü, bireyin baskı ve zorlama olmaksızın istediğini yapabilmesi ve istediği biçimde davranabilmesi anlamına gelir. “Negatif özgürlük” olarak da bilinen bu anlayışta “sınırlamanın yokluğu”, “engellenmeme” (seçim fırsatı gibi), “zorlanmama” veya “müdahale edilmeme” yaklaşımı hâkimdir.42 Tam da burada “ekonomik özgürlük” kavramı önem kazanmaktadır. Liberal-kapitalist ideolojinin ekonomik özgürlüğü, ekonomik faaliyetlerde bulunmak veya ekonomik girişimcilik hakkına sahip olmak, üreticilerin, satıcıların işlerini istedikleri istikamette düzenleyebilmeleri ve alıcıların da dilediklerini diledikleri yerden alabilmeleri anlamına gelmektedir.43 Bu durumun karşılığı olan kavramsa homoeconomicus’tur; birey kendi aklıyla kendi menfaatini herkesten iyi bilendir; amacı kendi kâr ve menfaatini maksimum seviyeye çıkarmaktır; bunu yapmak için de rasyonalizm etiketi altında “her yol mübah”tır ve “aynı zamanda da en az çalışmayla en fazla servet elde etme amacı” da bunun içindedir.44 Böyle bir inanç ve uygulama içine girmiş olan Müslümanların da homoeconomicus olduğunu ve bu nedenle boykot yapmak bir yana bizzat boykot yapılacak olanların safına geçtiğini görmek lazımdır. Bu nedenle boykotun tam anlamıyla mümkün olması için Allah’ın rızasına dayalı işler (sâlih amel) yapan makul Müslüman insan modeli (homo İslâmîcus)45 gerekmektedir.

Müslümanların iktisadî tasavvur ve uygulamalarına dördüncü önemli sızma, Marksist-sosyalist ideolojidendir. Bunun da ayıklanması gerekir ki boykot tam olarak mümkün olabilsin. Bir kere, Marksist-sosyalist ideolojinin temeli materyalizme dayalıdır ve bu temel de ekonomi merkezlidir. Her şeyi genel mânâda madde,46 özelde ekonomi, onun da özelinde üretim ve üretim araçları belirler.47 Bu yaklaşım, altyapı-üstyapı şeklinde ifade edilir; altyapı toplumun ekonomik sistemidir ve üstyapı olan din, hukuk, ahlâk, hükümet (siyaset), kültür gibi kurumları belirler.48 Dolayısıyla mutlak güç, ekonomi ve üretim temellidir; din de dahil gerisi bir anlamda önemsizdir. Meseleye bu şekilde bakmak, otomatik olarak ekonomik üretim kaybı veya kazancını merkeze almayı da gerekli kılacaktır. Hal böyle olunca, çok basit bir mantıkla, X kişisini/ülkesini veya kurumunu ya da olayını boykot etmenin ekonomik üretim maliyeti ister istemez her şeyden önce her şeyden kıymetli bir şekilde gündemde olacaktır. Bu, başlı başına ta en baştan boykota mâni bir durum demektir.

Öte yandan boykot bir devrim değildir ve şiddeti içermez. Ancak Marksist-sosyalist ideoloji için altyapıyı ele geçirmek için “Bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımı tarihidir.”49 sözünden ilhamla proleteryanın harekete geçmesi (praksis) ve kapitalist burjuvaya karşı devrim yapması zorunluluktur. Çünkü Marx, “…materyalist için… sorun, mevcut dünyayı köklü bir biçimde dönüştürmek[tir]”50 demektedir. Bu durum ufak depremler halinde olmayıp büyük bir deprem biçiminde halledilecektir.51 Bu tarz bir deprem olarak devrim, şiddeti içermektedir.52 Böyle bir inanç ve uygulama biçiminde boykotun anlamsızlığı ve boykot edilenlere malzeme olmak kaçınılmazdır. Bunun yerine Müslümanın iktisadî dünya görüşüne göre boykot, makul zeminde şiddetten uzaktır ve tedricilik (adım adım) esasına göredir. Başka bir ifadeyle, istenmeyen bir şey(ler)den kurtulmak (boykot), ancak sistematik bir çerçevede kısa, orta ve uzun vadeli planlamayı ve ince işçilikli adımları (uygulamaları) gerektirmektedir. 

Sonuç Yerine

Özetle; İslâmî hayat görüşüyle uyumlu iktisadî tasavvur ve pratikleri Yahudilik ’ten, Hıristiyanlık’tan, liberal-kapitalist ve Marksist-sosyalist ideolojiden ayıklamak boykotun hakkıyla mümkün olması için gereklidir; ancak bunun zihnen idraki ve fiilen icraatı için İslam’ın kendine has bir hayat görüşüne sahip olduğuna iman edilmesi ve Müslümanların iktisadî olanlar da dahil tüm tasavvur ve eylemlerinde bu hayat görüşüyle uyumlu bir şekilde hareket etmelerinin gerekli olduğuna inanması şarttır. Bunun açıklamasında birbirlerini tamamlayan dörtlü bir inanç (akaid) zinciri bulunmaktadır.

Bunlardan birincisi, İslam’ın “Hak ve tek” oluşudur. Haddizatında, birçok anlamı içinde hakkın “İslam” mânâsı da vardır. İslam, hakkın bir diğer anlamıyla, Seyyid Şerîf Cürcânî’nin ifadesiyle, “inkârı mümkün olmayacak kesinlikle gerçek (sabit) olan”dır. Dolayısıyla, İslam Hak’tır ve sabit (değişmeyen) asıldır. Hz. Adem’den Hz. Peygamber’e[s.a.v.] kadar tüm peygamberlerin tebliğ ettiği din, “Hak” dindir ve Hak dinin sonu ve tamam olanı, İslam’dır. Bu inanç esasının doğal sonucu, Allah katında dinlerin (hakların) olmaması, sadece Hak din İslam’ın varlığından dolayıdır.53

Hal böyle olunca, İslam’ın kendine has oluşunun ikinci ayağı olarak, Hakkın dışında kalanların “Bâtıl” olmasıdır. İslam, İslam dışında din (yol) olarak ileri sürülenleri Hak değil, Bâtıl olarak kabul etmektedir. Bâtıl’dan kastedilense, temelsiz olma, yalan, çirkin, faydasız, asılsız, Allah’ın dışında tapılan putlar gibi birbirlerini tamamlayan birçok anlam aralığıdır. Öte yandan, Hak nasıl tek ise, birbirlerinden farklı görünseler bile Bâtıl da tektir, çünkü hepsi farklı biçimlerde inkâr üzeredir.54

Burada önemli nokta, Bâtıl’ın, aslın (Hakk’ın) bozulmuş (tahrif edilmiş) hali olmasıdır. Dolayısıyla Bâtıl, aynı zamanda Hakk’ın insanlar tarafından tahrif edilerek uydurulmasıdır. Bu nedenle, üçüncü mesele olarak, Hak (İslam) asla Bâtıl’a benzemez. Bu temel inanç esası nedeniyle, “İslam, Yahudilik’e benzer”, “İslam, Hıristiyanlık’a benzer”, “İslam, kapitalizme benzer” ya da “İslam, sosyalizme benzer” gibi ifadeleri kullanmak hatalıdır. Aynı mantıkla İslam, seküler, materyalist, sosyal darwinist veya değer-yansız değildir; açıkça değerler (inançlar), örnek olarak ekonomik faaliyetlerde ortaya konmaktadır.55

Bunları da tamamlayıcı dördüncü olarak, Bâtıl, bozulmuş olsa da Hak’tan parça taşıyabilir ve bazen Hakk’a benzeyebilir. Örnek olarak Bâtıl’ı temsil eden Batılı kaynaklar, bir sapmayı (bozulmayı) temsil etse de ortak aslî gelenekten güzel bir şeyler taşımış olabilir. Bâtıl’da olan bazı güzel şeyler de esasında Hak’tır/Hak’tandır ve bunlar usullerine göre değerlendirilebilir. Bunlar,

i) İslam inanç esasları için bir sorun teşkil etmiyorsa bütünsel bir şekilde kabul edilebilir,

ii) sorun teşkil ediyorsa bütünsel reddedilir ya da

iii) İslâmî normlara kısmen uyumlu ise, tahsisli kabul veya kısmen kabul ya da kısmen reddedilebilir.56

En nihayetinde; tüm bunların anlamı şudur: İslam Hak olduğuna göre, Bâtıl olanların bâtıl işlerini boykot etmek, Gazze olaylarından sonra başlayan bir durum olarak görülüp Gazze olaylarının bitmesiyle bitecek ise bu İslam’ın dönemsel olarak Hak olduğunu söylemekle eş değer olacaktır. Bununla birlikte, boykotun sürekliliği ve hakkıyla olabilmesi, ancak ve ancak Müslümanların inanç ve uygulama düzlemlerine sızan Yahudi, Hıristiyan, liberal-kapitalist ve Marksist-sosyalist inanç ve uygulamalarını bilip bünyeden çıkarmakla mümkündür. 

 

 

1  Türk Dil Kurumu, “Boykot”, (Çevrimiçi) https://sozluk.gov.tr/, 20.01.2024.

2  Şeybanî, İmam Muhammed (t.y.), Kitâbü’l–Kesb: İslâm İktisadında Helâl Kazanç, Şerh. Şemsü’l–Eimme es–Serahsî, Ter. Mustafa Baktır, İstanbul: Seha Neşriyat, s. 33, 94–95; Kozak, İ. E. (1984), İbn Haldun’a Göre İnsan–Toplum–İktisat, İstanbul, Pınar Yayınları, s. 72; Sancaklı, S. (2001), “Fakirlik ve Zenginlikle İlgili Hadisler Üzerine Bir Deneme,” Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 5 (1), s. 331.

3  Zuhayli, V. (1994), İslâm Fıkıh Ansiklopedisi–5, Ter. A. Efe vd., İstanbul: Risale Yayınları, s. 23.

4  Taşçı, F. (2019), Sabahattin Zaim ile İktisat, Toplum ve Siyaset (Söyleşiler – Der.), İstanbul: İktisat Yayınları, s. 23.

5  Zaim, S. (1992), İnsan– İslam–Ekonomi, İstanbul: Yeni Asya Neşriyat, s. 47, 166.

6  Skibberkk, G. & Gilje, N. (2006), Antik Yunan’dan Modern Döneme Felsefe Tarihi, Çev. Emrah Akbaş & Şule Mutlu, İstanbul: Kesit Yayınları, s. 208.

7  en–Neccar, A. (1979), İslam Ekonomisine Giriş, Çev. R. Nazlı, İstanbul: Hilal Yayınları, s. 61.

8  Tabakoğlu, A. (2008), İslâm İktisadına Giriş, 2. bs., İstanbul: Dergâh Yayınları, s. 38, 58–60; Kahf, M. (2019), İslam İktisadının Temelleri: Kurumlar ve Kuramlar, Çev. N. Tüysüz, İstanbul: İktisat Yayınları, s. 4.

9  İslam’daki bu durum, Hodgson’a “İslam dininin geleceği, Hıristiyanlık ve Budizm’den belirgin bir biçimde farklı olarak tüm çeşitliliğine rağmen bir bütünlük içinde kalabilmiştir” sözünü söyletebilmiştir. Bkz. Chapra, M. U. (2019), İktisadın Geleceği: İslamî Bir Bakış, Çev. M. Turan, İstanbul: İktisat Yayınları, s. 58.

10  en–Neccar, a.g.e., s. 62; Khan, M. A. (2018), İslam İktisadının Meseleleri, Çev. S. Karadoğan, İstanbul: İktisat Yayınları, s. 19.

11  Lange, N. (2004), An Introduction to Judaism, UK: Cambridge Univ. Press, s. 155.

12  Aydın, M. (2010), Anahatlarıyla Dinler Tarihi: Tarih, İnanç ve İbadet, İstanbul: Ensar Neşriyat, s. 296.

13  Köylü, M. (2010), Dünya Dinlerinde Ahlâk, İstanbul: DEM Yayınları, s. 120.

14  Wilson, R. (1997), Economics, Ethics and Religion: Jewish, Christian and Muslim Economic Thought, UK: MacMillan, s. 33.

15  Shahak, I. (2002), Yahudi Tarihi Yahudi Dini, Çev. Ahmet Emin Dağ, İstanbul: Anka Yayınları, s. 158.

16  Erdem, H. (1990), “Dinî Ahlâk ve İlâhî Dinlerden Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık’takî Bazı Ahlâkî Meselelere Mukayeseli Bir Yaklaşım,” Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı 3, s. 242.

17  Word Council of Churches (1979), Toward a Church of the Poor: The Work of an Ecumenical Group on the Church and the Poor, Geneva: Imperimerie La Concorde, s. 4.

18  Özel, M. (1995), Piyasa Düşmanı Kapitalizm, İstanbul: İz Yayıncılık, s. 14.

19  Uludağ, S. (2002), “Tasavvuf Kültürüne Genel Bakış,” Bursa’da Dünden Bugüne Tasavvuf Kültürü, Haz. Ramis Dara, Bursa: Bursa Kültür Sanat ve Turizm Vakfı Yayınları, s. 30

20  İmam Rabbânî (2006), Mektubât, Çev. M. Metin Zirek, İstanbul: Yeni Şafak Yayınları, s. 153.

21  a.e., s. 184.

22  Bunun en açık örneğini ahilik teşkilatı üzerinden anlamak mümkündür. Ahilik, bir esnaf teşkilatıdır, yani dünya işlerinin en yoğun cereyan ettiği bir alanla ilgilidir. Ama aynı ahilik teşkilatı, aynı zamanda içinde tasavvufî nasihatler barındıran fütüvvetnâmelerle hareket etmektedir. Bu yöndeki bir makale için bkz. Demirci, M. (1992), “Ahilik’te Tasavvufî Boyut: Fütüvvet,” Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı 7, s. 83–90.

23  Yılmaz, Ö. (2007), “Tasavvuf Kültüründe İnsan–Dünya İlişkisi,” Tasavvuf: İlmî ve Akademik Araştırmalar Dergisi, C. 8, S. 18, s. 194.

24  Özköse, K. (2002), “Zühd ve Sufilerin Zühde Yükledikleri Anlam: Tasavvufta Dünyevileşmeye Tepkisel Yaklaşım,” Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, C. 6, S. 1, s. 176.

25  Uludağ, a.g.e., s. 32.

26  Güner, O. (2002), “Erdem ve Esaret Arasında Yoksulluk: İslam Geleneğinde Yoksulluk Söylemlerinin İzdüşümleri,” Marife Dinî Araştırmalar Dergisi, Sayı 2, s. 103.

27  Erginli, Z. (2004), “Tüketim Çıkmazındaki İnsan ve Tasavvuf,” Bursa’da Dünden Bugüne Tasavvuf Kültürü–3, Haz. H.B. Öcalan, Bursa: Kültür Sanat ve Turizm Vakfı Yay., s. 71.

28  Güner, a.g.e., s. 102.

29  Çelik, İ. (2003), “Tasavvufî Bir Terim Olarak Fakr,” EKEV Akademi Dergisi, C. 3, S. 2, s. 196.

30  Adam, B. & M. Katar (1999), Dinler Tarihi, 6. bs., Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Yayınları, s. 74.

31   Bozkurt, V. (2000), Püritanizmden Hedonizme Yeni Çalışma Etiği, Bursa: Alesta, s. 29.

32  Kurt, A. (2009), İslam Çalışma Ahlâkı, Bursa: Emin Yayınları, s. 71.

33  Weber, M. (1997), Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu, 2. bs., Çev. Zeynep Aruoba, İstanbul: Hil Yayınları, s. 75.

34  Aydın, a.g.e., s. 350.

35  Kurt, a.g.e., s. 72.

36  Taşçı, a.g.e., s. 26.

37  Zaim, a.g.e., s. 165.

38  Aktan, C. C. (1994), Gerçek Liberalizm Nedir?, İstanbul: Mart Mat, s. 13

39  Akal, C. B.vd. (2003), İnsan Haklarının Tarihsel Gelişimi, İstanbul: Toplumsal Katılım ve Gelişim Vakfı, s. 13.

40  Yayla, A. (1992), Liberalizm, Ankara: Turhan Kitabevi Yayınları, s. 139.

41  Çaha, Ö. (1999), “Liberalizmin Temel İlkeleri,” Yeni Türkiye Liberalizm Özel Sayısı, Sayı 25, s. 41.

42  Shionoya, Y. (2005), Economy and Morality: The Philosophy of the Welfare State, UK: Edward Elgar Publishing, s. 84.

43  Çetin, H. (2001), “Liberalizmin Temel İlkeleri,” C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, C. 2, S. 1, s. 226.

44  Turanlı, R. (2008), İktisadi Düşünce Tarihi, 4. bs., İstanbul: Bilim Teknik Kitabevi, s. 66.

45  Sabahattin Z. (2005), Türkiye’nin Yirminci Yüzyılı: Toplum / İktisat / Siyaset, C. 1, 2. bs., İstanbul: İşaret Yayınları, s. 185.

46  Woodfin, R. & O. Zarate (2004), Introducing Marxism, UK & USA: Icon Books & Totem Books, s. 30.

47  İnce, M. (2008), “Liberal ve Marksist Özgürlük Anlayışlarının Karşılaştırılması,” (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Gazi Üniversitesi, SBE), Ankara: s. 46.

48  Woodfin & Zarate, a.g.e., s. 40.

49  Marx, K. & F. Engels (2008), The Comunist Manifesto, London: Pluto Press, s. 33.

50  Marks, K. (2003), Alman İdeolojisi: Feuerbach, Çev. Sevim Belli, Ankara: Eriş Yayınları, s. 27.

51  Turanlı, R. (2008), İktisadi Düşünce Tarihi, 4. bs., İstanbul: Bilim Teknik Kitabevi, s. 143.

52  Newman, M. (2005), Socialism: A Very Short Introduction, New York: Oxford University Press, s. 28.

53  Bilmen, Ö. N. (t.y.), Hukukı İslâmiyye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, C. 1, İstanbul: Bilmen Yayınevi, s. 6, 12–13; Döndüren, H. (1993), Delilleriyle Ticaret ve İktisat İlmihâli, İstanbul: Erkam Yayınları, s. 31; Zuhayli, a.g.e., s. 11; Çağrıcı, M. (1997), “Hak,” TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt 15, Ankara: TDV Yayınları, s. 137; Kayhan, V. (2006), “Hak Dinin Tek Oluşu,” Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 11 (1), s. 98; Önal, R. (2015), “İmam Mâtürîdî Teolojisinden Semantik Analizler: ‘Din, Şeriat, Hak Din ve İslam’ Kavramları Örneği,” Balıkesir Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 1 (1), s. 63.

54  Olguner, F. (1992), “Bâtıl,” TDV İslam Ansiklopedisi, Ankara: TDV Yayınları, s. 147–148; Kayhan, a.g.e., 106; Önal, a.g.e., 71.

55  Bilmen, a.g.e., s. 6; Zaim, a.g.e., s. 48; Naqvi, S. N. H. (2018), İslam, Ekonomi ve Toplum, Çev. O. Maraşlı, İstanbul: İktisat Yayınları, s. iii; Chapra, a.g.e., s. 57.

56  Tabakoğlu, A. (2005), Toplu Makaleler II: İslâm İktisadı, İstanbul: Kitabevi Yayınları, s. 14.

 

 




Makalenin devamını okumak için Abone Olun