İslâm dünyasının kanayan yarası Filistin meselesi, İsrail’in Filistin’e yönelik saldırılarının 7 Ekim 2023’te İzzeddin el–Kassam Tugayları’nın gerçekleştirdiği “Aksa Tufanı” operasyonu sonrası şiddetlenerek artmasıyla yeniden gündemimizin en önemli maddelerinden biri hâline geldi. İsrail’in Filistinli direnişçilerin meşru müdafaa eylemlerini bahane ederek perçinlediği saldırgan tavrı, yalnızca Müslüman coğrafyada değil; neredeyse tüm ülkelerde tepkiye sebep oldu. Vicdan sahipleri, İsrail’in artık bir soykırıma dönüşen sistematik katliamlarına karşı dünyanın her yerinde büyük çaplı eylemler düzenledi. Bu çerçevede, ABD’de yaşayan barış yanlısı Yahudiler Grand Central’da tertip ettikleri protestoda Siyonist İsrail yönetiminin Filistin’deki mazlumlara yönelik insanlık dışı muamelesini lanetleyerek Siyonizm’le aralarına mesafe koymaya çabalarken; İsrail’i ziyaret eden Joe Biden, bir Siyonist olduğunu burada bir kez daha açıkça dünyaya ilan etti. ABD yönetiminin koşulsuz İsrail yanlısı tutumu, Amerikan akademisindeki Siyonizm karşıtı öğrenci ve öğretim üyelerinin hedef tahtasına konulmasını beraberinde getirdi. Siyonistler Filistin’in haklı mücadelesini destekleyen pek çok öğrenciyi fişleyerek onların üzerinde baskı kurmaya çabalasalar da aralarında Harvard, mit ve Penn’in de bulunduğu pek çok üniversite yönetimi, şaşırtıcı bir biçimde söz konusu öğrenci eylemlerinin anti–semitizmle ilişkilendirilmesini kabul etmeyip bu eylemlerin ifade hürriyeti kapsamında değerlendirilmesi gerektiğini savundu.
Siyonizm’in meşruiyeti –bugünkü kadar âşikâr olmamakla beraber– aslında bir süredir Batı dünyasında da tartışmaya açılmış durumda. Bu incelemeye konu olan Deconstructing Zionism bu durumun en kayda değer örneklerinden biri olarak karşımıza çıkıyor. Avrupa Parlamentosu’nda da üye olarak görev yapan İtalyan filozof Gianni Vattimo ve üretken bir akademisyen olan Michael Marder’in editörlüğünü üstlendiği çalışmaya aralarında Slavoj Žižek ve Judith Butler’ın da bulunduğu çok sayıda Batılı entelektüel ve akademisyen katkı sağlamış. Kitap oldukça ses getirmiş olmalı ki pek çok prestijli akademik dergide hakkındaki değerlendirme yazılarına rastlanıyor. Türkçe literatürde ise geçen on yıla rağmen henüz bu eser hakkında yayımlanmış bir değerlendirme yazısının olmadığı görülüyor. Ne var ki bugün şahit olduklarımız göz önünde bulundurulacak olursa Siyonizm’in yapısökümüne hasredilmiş olan bu çalışmanın hâlâ güncelliğini koruduğunu söyleyebiliriz. Bu sebeple Deconstructing Zionism, yayımlanmasının üstünden on yıl geçmiş olsa da Türkçe literatürün okuyucularına yönelik yeni bir değerlendirme yazısını hak ediyor.
Vattimo ve Marder’ın Deconstructing Zionism için kaleme aldıkları takdim yazısı, Eran Riklis’in 2008’de gösterime giren dokunaklı filmi Limon Ağacı’nın final sekansının tasviriyle başlıyor: İşgal altındaki Batı Şeria’ya taşınan İsrail savunma bakanı, bitişik arazideki Filistinli dul komşusunun limon bahçesini bir güvenlik tehdidi olarak gördüğünden İsrail mahkemelerine başvuruyor ve limon ağaçlarının sökülmesini talep ediyor. Dava İsrail Yüksek Mahkemesine kadar intikal ediyor ve mahkeme ağaçların sökülmesi yönünde karar vermiyor belki ama bölgenin engelsiz bir şekilde görülebilmesi için ağaçların yerden yüksekliği elli santimi geçmeyecek şekilde “budanması” gerektiğine karar veriyor. Son sekansta kamera sınır duvarlarının öbür tarafındaki sakatlanmış ve artık birer kütüğe dönüşmüş limon ağaçları arasında özlemle yürüyen Filistinli dul kadını gösteriyor. Yazarlar, limon bahçesi ile Filistin halkı arasında kurulan özdeşliğin açık olduğunu, fakat burada önemli olan bir diğer mesajın Yüksek Mahkemenin kararı olduğunu belirtip şöyle soruyorlar:
“Bu [karar] Filistinlilerin tümüyle yerlerinden edilmedikleri, evlerinden sürülmedikleri ve topraklarından zorla çıkarılmadıkları zamanlarda bile (...) zar zor hayatta kalmak gibi imkânsız bir durumda bulunduklarını ima etmiyor mu? Kendilerini Filistin’e bağlayan köklerini koruyacak olsalar bile, büyümelerinin engelleneceğini ve meyve vermeyecekleri anlamına gelmiyor mu?” (s. xi).
Bu sahnenin İsrail’in “çölü çiçek bahçesine çevirdiği” yönündeki ulusal efsanesinin karanlık yüzünü açığa çıkardığına dikkat çeken Vattimo ve Marder, Limon Ağacı filminde gördüğümüz trajedinin yirminci yüzyılın iki önemli felsefî akımı olan “yapısöküm” ve “zayıf düşünce” ile ilişkilendirilebileceğini savunuyorlar. Zira İsrail, Filistin’i tarih sahnesinden silmek isterken motivasyonunu “güçlü” ve “tartışmasız” “Vadedilmiş Topraklar” inancından temin ediyor. Bu bağlamda “Yahudi kökenlerinin varlığı” ve “Filistin izlerinin yokluğu”, Vattimo ve Marder’in de belirttiği gibi aynı madalyonun iki yüzü gibi görünüyor. Yapısöküm ve zayıf düşünce, burada, yazarlar tarafından metafiziğin “güçlü” kategorilerine karşı kırılgan ve yok olma tehlikesi altındaki sonlu varoluşu kucaklayan bir imkân olarak takdim ediliyor. Üstelik onlara göre Siyonizmin yapısökümü aynı zamanda bir adalet arayışı –hem de hâlihazırda zulme uğrayan Filistin halkıyla sınırlı kalmayıp Siyonist söylemin görünmez kıldığı anti–Siyonist Yahudileri de kapsayan bir adalet anlayışı– anlamına geliyor. Bu çerçevede Vattimo ve Marder Siyonizmi yapısöküme uğratma girişiminin bir yönüyle de “kurbanları için adalet talep etmek” demek olduğunu öne sürüyorlar (s. xii). Siyonizmin yapısökümüyle birlikte, Siyonist zihnin arka planında işlemekte olan teolojik–metafizik akıl yürütmeden beslenen ve Yahudilerin geçmişte maruz kaldıkları cürümleri gündeme getirmek suretiyle meşrulaştırdıkları şiddete ışık tutmayı vaat ediyorlar.
Ne var ki, kitabın takdim yazısını takip eden çalışmaların bu vaadi ne ölçüde gerçekleştirebilmiş olduğunun büyük bir muamma olduğunu söyleyebiliriz. Birçoğu oldukça soyut, salt felsefî–akademik metinler olarak havada kalıyorken; bazıları, İsrail–Filistin meselesine ve yaşanan zulme bir çözüm olmak şöyle dursun, meseleye neredeyse temas bile etmiyorlar. Mesela kitabın Luce Irigaray tarafından kaleme alınan ve “İnsanlığı Paylaşmak: Farklılıklarla Barış İçinde Bir Arada Yaşamaya Doğru” gibi iddialı bir başlığı olan son yazısı, Siyonizm’e dair neredeyse hiçbir şey söylemeden yalnızca kadın konukseverliğinin câri dünya düzenindeki çatışmalara bir çözüm olup olamayacağını tartışıyor. Keza Artemy Magun ve Ranjana Khanna’nın bölümlerini de –ne kadar ilgi çekici bir biçimde yazılmış olsalar da– Siyonizmin yapısökümüyle ilişkilendirmenin oldukça güç olduğu belirtilmeli. Elbette bunlar Deconstructing Zionism’in vakit ayırmaya değmeyecek bir eser olduğu anlamına gelmiyor. Kitapta doğrudan Siyonizmin yapısökümüne hasredilmiş olmasa da Filistin’de yaşanan insanlık dramına ilişkin farkındalık oluşturarak mazlum Filistin halkının adalet arayışına katkı sağlayabilecek yazılar da bulunuyor.
Bunlardan en dikkat çekicisi, hiç şüphesiz, Slovenya doğumlu Marksist filozof Žižek’in yazısı... Evet, Žižek bu kitaba katkı sağlayan Judith Butler, Walter D. Mignolo, Marc H. Ellis, Christopher Wise ve Santiago Zabala’nın yaptığı gibi Siyonizmin yapısökümü için çabalamıyor ancak Filistin’de yaşananları oto–sansür ve politik doğruculuk gibi kaygılardan uzak bir biçimde tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor. Mesela Gazze’den İsrail’e fırlatılan füzeler karşısında Hillary Clinton’ın hiçbir milletin kendi halkına yönelik saldırı ve tehditlere karşı kayıtsız kalamayacağı yönündeki açıklamasına cevaben “Filistinliler Batı Şeria’daki toprakları günden güne ellerinden alınırken kayıtsız mı durmalılar?” diye soruyor. Bu mücadeledeki asimetriyi görmezden gelen sözde barış yanlısı söylemlere karşı; bölgede ilan edilmiş bir savaş yahut bariz bir askeri hâl söz konusu olmadığında yaşanagelenlerin –yani Filistinlilerin normal yaşantılarının– ne olduğunu hatırlatıyor:
“Olan, topraklarının Batı Şeria’daki Filistinlilerden peyderpey alınması, Filistin ekonomisinin kademeli olarak boğulması, yeni yerleşim yerlerinin inşası, Filistinli çiftçilere topraklarını terk etmeleri için baskı yapılmasıdır (...) Tüm bunlar Kafkaesk bir hukukî düzenlemeler ağı tarafından desteklenir.”
Bölgede askerî işgalle eşgüdümlü olarak yürütülen bürokratik işgale de dikkat çeken Žižek, İsrail’in sözde hukukî süreçlerle Filistinlilerin gündelik yaşamının mikro–yönetimine soyunduğunu vurguluyor. Bu bağlamda, Filistinliler, aileleriyle seyahat etmek, toprakta bir kuyu açmak yahut bizzat kendi topraklarını işlemek, hatta işe, okula veya hastaneye gitmek için bile İsrail’den izin almak durumunda bırakıldıklarını; üstelik çoğu zaman gerekli olan izni de alamadıklarına dikkat çekiyor. Filistin’in nasıl “dünyanın en büyük toplama kampı” (s. 8) hâline getirildiğini Žižek’in kaleminden okuma fırsatı buluyoruz.
Tüm bunlar Türkiye toplumunun aşina olmadığı hakikatler değil elbette. Bir anlamda bu satırları okurken bunları bir kez de Batılılardan duymuş oluyoruz sadece. Yine de Filistin meselesinde kitabın yayımlandığı 2014 yılından günümüze –olumlu anlamda– değişen bir şey olmadığına şahitlik etmek üzücü olsa da Batı’da bazı Yahudilerin de bizzat dâhil olduğu Siyonizm karşıtı bir bilincin teşekkül ettiğini görmek gelecek adına ümit verici. Ne var ki yelkenleri hemen suya indirmemek gerekiyor. Zira yukarıdaki satırların yazarı Žižek dâhil olmak üzere esere katkı sağlayan tüm isimler, neredeyse fikir birliği etmişçesine tek bir çözüm önerisini öne çıkarıyorlar: Bölgede kurulacak olan dinden tümüyle arındırılmış seküler çok–kültürlü bir devlet ve metafizik yüklerden boşandırılmış bir siyaset anlayışı... Bu bakımdan, Siyonizmi yapısöküme uğratma girişiminin üzerindeki örtüyü kaldırınca karşımıza çıkanın istisna kabul etmeyen bir politik teoloji eleştirisi olduğunu söyleyebiliriz sanıyorum. Aslında bu durum pek de şaşırtıcı değil. Kitabın editörleri, takdim yazısında “metafizikten ilham alan tüm ideolojilerin yapısöküme tâbi tutulmayı hak ettiğini” savunuyorlar zaten (s. 15). Fakat bu Filistinlilerin de uğradıkları tüm o zulümlere rağmen kendilerini ayakta tutan İslâmî bilinçten vazgeçmeleri anlamına gelmeyecek midir? Belki de yapısöküm, Filistin’deki zulmü sonlandırmak için uygun bir yol değildir. Maalesef Deconstructing Zionism bu sorunun cevabını verebilmekten uzak. Çünkü iyi ve kötü, doğru ve yanlış, hak ve bâtıl arasındaki çizgiyi silikleştiren izafiyetçiliğiyle, gerçek ve objektif bir değerlendirme imkânını kendisinden mahrum ediyor.
Şunu belirtmeliyiz: Müslümanların, Hıristiyanların ve Musevilerin tümünce kutsal kabul edilen topraklarda barışı metafizikten soyutlanmış bir birlikte yaşama edebiyatına koşullamak bizim için makul görünmüyor. Diğer taraftan durumun Batılıların gözünde Tanrı inancına sahip bir grup insanın, kendilerine bizzat Tanrı tarafından vadedilmiş olan toprakları ele geçirmek için yine aynı Tanrı’ya inanan bir başka insan topluluğunu yerinden etmesi olarak anlaşıldığı –belki de aslında çok da anlaşılamadığı demeliyiz– açık (bkz. s. 169–170). Bu bağlamda Deconstructing Zionism’in, Filistin sorununa ilişkin tatmin edici bir çözüm sunmamakla birlikte Batı’nın düşünsel ufkunun imkân ve sınırlarını belirginleştirmesi bakımından önemli bir çalışma olduğunu not edebiliriz.
* Gianni Vattimo ve Michael Marder, Deconstructing Zionism: A Critique of Political Methapysics, New York: Bloomsbury, 2014, s. 189.