1.
Modernitenin filozofu olarak bilinen Hegel, “yeryüzünde gücü elinde tutan millet karşısında diğer milletlerin herhangi bir hakkı yoktur” (Grundlinien der Philosophie des Rechts, s. 345 ve özellikle s. 347) derken, oluşmakta olan “yeni dünya düzeni” denilen modern dünyanın özünü/ruhunu/Zeitgeist de dile getirmiş oluyordu. İngilizlerin İmparatorluğu kadar Fransız emperyalizmi, Almanların Drittes Reich’i, Rusların Sovyetler Birliği’nden Amerikan emperyalizmine kadar ilke değişmemiş, sadece taşıyıcılar değişmiştir. Varşova Paktı’nda Ruslar karşısında diğer milletlerin konumu ile NATO bünyesinde Anglo–Amerika karşısında diğer milletlerin konumu da sözüm ona müttefikler arasında bile bu ilkenin geçerli olduğunu göstermektedir. Nihilizm ve post–truth Hegel’in dile getirdiği dünyadaki aslî yönelişin son ucundan başka bir şey değildir.
2.
Filistin’de son yüzyıl boyunca işleyen tezgâhı genellikle kendi başına bir mesele olarak ele alanlar; Siyonist Yahudilerin Filistin’de bir işgal faaliyeti yürüttüğü ve sorunun Filistin’e yerleşmek isteyen Yahudiler ile orada asırlardır yaşayan “yerliler” arasında ortaya çıktığı ve dolayısıyla çözümün de bunlar arasında olacağı şeklinde takdim etmektedir. Filistin’de Siyonistlerin adım adım soykırım yaptığı açık olmakla birlikte, herkesin gözü önünde cereyan eden bu suçun fâillerinin Filistin’e yerleştirilen Yahudiler mi olduğu, yoksa onların daha üst ve üstün bir gücün tetikçisi mi olduğu sorusunu anlamlı hale getiren perspektif dikkatle incelendiğinde, Filistin’de gerçekleşen soykırımın tek başına bir Siyonist “başarısı” olmadığı kolayca fark edilir. Çünkü Filistin’e Yahudi yerleşimcilerin yerleşmesi imkânını kimin sağladığı kadar yeri geldiğinde savaşlarda ve hibrid olarak gerçekleşen daha kapsamlı mücadelede kimlerin sürece müdahil olduğu ortadadır.
3.
Yirminci yüzyılda Kırım’dan başlayarak Ahıska’ya, oradan da başka bölgelerde gerçekleştirilen soykırımlar dikkate alındığında, İkinci Dünya Savaşı esnasında gerçekleşen Holokost’un tekil bir hadise olmadığı kolayca fark edilir. Holokost’un kendisi yeterince büyük bir soykırım denemesi olmakla birlikte, onun bütün bir dünyada nasıl kullanıldığı da başlı başına önemlidir. Diğer deyişle başta Almanya ve ABD olmak üzere Batı dünyasında kitleleri kontrol ve baskı altında tutma yanında insanlığın geleceğini tehdit edecek yıkıcı ideolojilerin ve pratiklerin, organize olmuş Yahudiler eliyle nasıl yaygınlaştırıldığını takip ettiğinizde, sistemin gönüllü icracıları arasında Siyonist Yahudilerin de bulunduğu fark edilebilir.
“Siyonistler mi insanlığı kullanıyor, yoksa dünya sistemi mi Yahudileri kullanıyor?” sorusu anlamlı ve önemli bir soru olarak karşımıza çıkıyor. Bu soruya nasıl cevap verilirse verilsin, mesele hallolmuyor. Siyonist Yahudiler ister gerçek fâil olsunlar, isterse tetikçi; sorumlulukları ortadan kalkmıyor. Dünya sistemi Siyonistleri/Yahudileri kullanıyorsa, bu Yahudilerin sorumsuz olduğu anlamına gelmez; sadece tetikçi oldukları anlamına gelir. Her tetikçi yaptığı işten istifade eder. Büyük menfaat, tetikçiyi kullanana aittir. Kumarhane her zaman kazanır.
4.
Meselenin daha apaçık görülebilmesi için biraz daha geriye gidip, Birinci Dünya Savaşı sonunda Anadolu’da yaşananlara yeniden bakmak gerekmektedir. Bu yıllarda Anadolu’daki hadiselerin İngiliz İmparatorluğu adına takipçiliğini ve şahitliğini yapan Toynbee’nin meseleyi sunuş şekli bütün bir 20. yüzyıla olduğu kadar bugüne de ışık tutacak özellikler taşımaktadır.
Toynbee, 1922 yılında, Anadolu’yu işgal etmeye teşebbüs eden Yunanlıların burada yaptıklarını
“Keza karım ve ben, sözünü ettiğimiz bu tarafsız araştırmacıların raporlarında kapsamlı biçimde ifade ettikleri gibi Yalova, Gemlik ve İzmit bölgelerindeki Yunan vahşetine de bizzat şahit olduk. Yanmış ve yağmalanmış evler, henüz katledilmiş insanların cesetleri ve dehşete gark olmuş hayatta kalanlar biçiminde, olup bitenlere ilişkin bol miktarda maddî kanıtla karşılaşmakla kalmadık bir de sivil Rumların hırsızlıklarını ve üniformalı Yunan askerlerinin kundakçılıklarını da –bu eylemlere girişirlerken– kendi gözlerimizle gördük. Mayısla Haziran 1921 tarihleri arasında Marmara havalisinde müşahede ettiğimiz türden vahşet hareketlerinin, Yunan işgali altında bulunan toprakların geri kalan kısımlarında da aynı tarihten itibaren geniş çapta başlamış olduğunu gösteren ikna edici deliller de elde ettik.”
sözleriyle anlatırken, modern dünyadaki güç sahiplerinin nasıl davrandığının da bir örneğini göstermektedir: Parçası bulundukları ve tezgahladıkları haksızlık ve zulmün, tarafsız gözlemcisi ve hakemi olmak/gözükmek. Bütün bir yirminci yüzyıl bu senaryonun icra edildiği bir sahneden ibarettir. 21. yüzyılda bunu sürdürmeye çalışacakları hususunda bir şüphe yoktur.
5.
Filistinde dünya sistemi Yahudiler eliyle mi etkin oluyor yoksa Yahudiler dünya sistemini mi kullanıyor? gibi soruların çok da anlamlı olmadığı açıktır; kim kimi kullanıyorsa kullanıyor; son uçta Yerküre’nin bu kısmında –ve bütün bir Yeryüzünde– insanlığa karşı yüz yıldır sistematik bir şekilde suç işleniyor. Suçu işliyor gözüken, Yunan mezaliminde olduğu gibi, İngilizler veya Amerikalılar değil; onlar sahnenin dışında. Sahnede Yahudiler ve Filistinliler bulunuyor. Anglo–Amerikan unsur yeri geldiğinde, İsrail–Mısır barışında oluğu gibi, hakem olarak devreye giriyor. Toynbee’nin daha 1922 yılında dediği gibi, “zor olan bir şeyi, çatışan taraflar arasında tarafsızlığı muhafaza ederek, sorunun çözümüne katkıda bulunmak” bunların “kaderi” ve “konumu”. Kurdukları tezgâhın hiç farkında değilmiş gibi davranarak, ortaya çıkan çatışmaları yönetme yoluyla, gözden ırak kalmak/gaybda kalmak, dünya sisteminin en büyük başarısı olarak kabul edilebilir.
6.
Mesele Hegel’in ifadesinde bulunan “gücü elinde tutan millet/devlet karşısında diğer milletlerin ve devletlerin herhangi bir hakları yoktur” ilkesinde yatmaktadır. Her şeyin güce, gücün de formel yapılara taşındığı, formel yapılar üzerinden kazanıldığı şartlarda insan onuru, en fazla söylemlerde ve bir ideal olarak mevcut olabilir.
Esas itibarıyla burada söz konusu olan güç, mekaniğin kavramı olarak/ve aynı zamanda sağladığı imkânlarla kullanılan güç olduğu için, süreç kuvvetle alakalı ve kuvvete bağlı olarak yönetilmektedir. Daha başka bir ifadeyle meselenin merkezinde güç ve kuvvet bulunmakta; güç ve kuvvet ise son iki yüzyıldaki gelişmelere bağlı olarak modern bilimin, esas itibarıyla yine, matematiğin formel imkânlarını kullanan fiziğin ve benzer bir şekilde formelleşmiş bilgiler ve yapıların sağladığı bir imkân olarak zuhûr etmekte ve etkin olmaktadır. Formelleşme sadece tabii ilimler alanında değil en azından kurumlar yoluyla, manevî ve sosyal bilimler kadar sanat alanını da içerdiği için, fertler sadece bu yapılara katılarak ve bu yapılar içerisinde rol üstlenerek sürece iştirak edebilmektedirler.
“Gücün elde edilmesi”ni sadece Hegel değil, hemen tüm Batı düşüncesi, “tabii” bir süreç olarak kavrayıp, takdim ettikleri için, gücün taşıyıcısı ile sahibi arasındaki fark ortadan kaybolmakta; mesele gücü elde etmek veya gücü muhafaza etmek için “her şey”i mübah olarak görmek, mâkûliyet/rasyonalite kriteri haline gelmektedir.
Gücün nihaî formu, siyaset ve ekonomi alanında kendisini göstermekte; buna bizim klasik dilimiz “mülk” adını vermektedir. Mülk’ü eline geçiren ve taşıyıcısı olan, istiğna fikriyle birlikte, gücü muhafaza etmek ve arttırmak için “mâkûl” yollar geliştirmekte; bu ise zaman içerisinde azmanlaşmakta, azmanlaştıkça azgınlaşmayı birlikte getirmektedir. Bu, her şeyden önce Mülk’ün esas sahibini unutmakla alakalıdır.
Azmanlaşan yapılar, uzmanlaşan insanlar yoluyla, etkisinde azgınlaşmakta ve azgınlığın sınırı her geçen gün genişlemektedir. Son birkaç on yıl içinde bile sadece sıcak çatışmalar/fizikî müdahaleler alanında bizi bir şekilde doğrudan ilgilendiren bölgelerde, Bosna’dan Çeçenistan’a oradan Afganistan, Irak ve Suriye’ye; buralardan da Gazze’ye doğru, azgınlıktaki artışın yoğunluğundaki farklılaşma, dikkat çekecek kadar açıktır. Buralarda fizikî müdahaleler sonunda ortaya çıkan halin, Bosna ile ilgili olarak Dayton antlaşması ve Çeçenistan ile alakalı olarak da Rusya Federayonu tarafından oluşturulan çerçeve kadar, fizikî/askerî müdahale sonrasında Irak ve Suriye’nin hali Gazze/Filistin ilgili olarak da nasıl bir gelecek planlandığı hakkında bir fikir verebilir.
7.
Gücü elinde tutan millet, her ne kadar gücünü kullanırken nihaî olarak fizikî imkânlar yoluyla etkin olsa da güç çok katmanlı bir yapıya sahiptir. Gücü tam olarak kavrayabilmek için varlık mertebeleri perspektifinden sürecin tahlili gerekmektedir.
Burada çok kısa bir şekilde klasik düşüncemizdeki varlık/vücûd mertebelerini dikkate alarak bakacak olursak, sürecin son ucunda, bize en yakın gelen tarafında aynî varlık/bulunuş olsa da bunu hakka’l–yakîn yaşayanlar, bunu planlayıp icra edenlerken, ayne’l–yakin yaşayanlar, buna maruz kalanlardır. Biz ise en fazla haberler ve görüntüler üzerinden, yani ilme’l–yakîn süreçten haberdar oluyoruz. İlme’l–yakîn bildiklerimizi ayne’l–yakîn olarak yaşamanın bir adım ötesinde olduğumuzu unutursak, bu en büyük gaflet olacaktır. Bu, Gazze özelinde böyle olmakla birlikte, genel olarak bizim ayne’l–yakîn dünya sistemine maruz olarak yaşadığımızı fark etmemiz için uyarıcı bir etkiye sahip olmalıdır.
Ayne’l–yakîn’i tahakkuk ettirenlerin perspektifinden, bunu gerçekleştirmeden önce, düşünmüş ve planlamış olmaları gerekiyor; bunu düşünüp planlarken hem tevehhüm gücünü, yani matematiğin imkânlarını hem de tahayyül gücünü, farklı bilimsel teori ve modeller geliştirerek kullanmak ve bunu tasarlamak zorundalar. Bu zaruret, aynî varlık alanında tahakkuk edecek olanın, zihnî varlık/vücûd fi’l–ezhan seviyesinde tasarlanmasını ifade etmektedir.
Zihnî varlık/bulunuş seviyesinde tasarlamanın hem imkânı hem tahakkuku, işaretleri ve işaretler sistemi alanında hem “tabii” hem de “formel” bir dili iktiza etmektedir. Zihnî olan, tasarlanmış olan hem tasarlanma hem de ifade ve istifade cihetinde, dili iktiza etmektedir. Dilde varlık, vücûd fi’l–lisan, bir cihetten tasarlamayı mümkün kılarken, diğer taraftan, farklı insanlar arasında söz ve iş birliğini imkân alanına taşımakta; böylece farklı ilgi ve bilgi durumlarına sahip insanlar, bir bütünün parçası olarak etkinliğe iştirak edebilmektedirler.
Dilde varlık/bulunuş, bir zaman ve mekânda olanlar arasında söz ve iş birliğini sağlamak için gerekli ve bazı şartlara bağlı olarak yeterli ise de aynı zaman ve/veya mekânda bulunmayanlar arasındaki irtibat, ancak yazı ve yazının farklı formları üzerinden mümkün olmaktadır. Yazı ve yazının muhtelif formları derken, yazılımlar yoluyla oluşturulan platformlar yanında yazılı ve görsel bütün bir medyayı göz önünde tutmamız gereklidir.
Dilin inşaî ve ihbarî kiplerini dikkate alarak, bunların yazının imkânlarını kullanarak etkin hale getirilmesi, en genel mânâda kamuoyu oluşturma ve kitlelerin harekete geçirilmesi ve bütün bu süreç içerisinde, ifade kiplerinin karıştırılarak kullanılması yoluyla, hakikatin üzerinin örtülmesi ve bu yolla insanlığın bakışının, tasavvurunun ve görüşünün manipüle edilmesi, resmi tamamlamaktadır. Esasen haber olan ifadelerin inşaî olarak kullanılabilmesi/kullanılması ve esasen inşaî olan ifadelerin ihbarî olarak kullanılabilmesi/kullanılması, işin esasını oluşturmaktadır.
Kısaca güç, bütün vücûd mertebelerini birbiriyle irtibatı içinde kullanarak elde edilmekte ve elde tutulmaktadır. Gücü hakka’l–yakîn bilenler, onu elinde tutanlar, onu ayne’l–yakîn bilenler, maruz kalanlar ve ilme’l–yakîn bilenler, kenarda kalarak, kendilerine ulaşan haberler üzerinden malumat sahibi olanlardır.
8.
Gücün mekanik olarak tanımlandığı şartlarda, her şey mekanik içinde tanzim edilirken, insanlar ve toplumlar arasındaki ilişkiler de güce bağlı ve bağımlı bir hale gelmiştir.
Güç kendisini, mesela, farklılıkları keşfetme ve derinleştirme; sonrasında da siyasallaştırma cihetinde göstermektedir. Dünyanın dört bir tarafında insanlar arasındaki dinî ve etnik farklılıklar bilimsel, etnolojik, etnografik, sosyal antropolojik, sosyolojik vs. araştırmaların konusu haline getirilerek teşhis edilmekte; siyasî ve yerine göre hukukî söylemler kullanılarak farklılıklar siyasallaştırılmaktadır. Türkiye buna ayne’l–yakîn şahittir.
Farklılıkların siyasallaşması, belirli bir şekilde ve kontrollü olarak, fizikî şiddete dönüştürülmekte; böylece bölgesel çatışmalar üretilerek, sistematik bir şekilde yönetilmektedir. Modern dünya düzeni oluşurken 19. yüzyıl boyunca bunun muhtelif tecrübeleri en azından Osmanlı Devleti ile irtibatlı olarak “şark meselesi” adı altında sağlanmıştır. Bunun bir misali Toynbee’nin daha 1922’de gözlemlediği Anadolu’daki çatışma ortamı o günkü Anglo–Amerikan güçlerin önünü açtığı kontrollü bir çatışma ortamı olarak tahakkuk etmişe benzemektedir.
Böylece Anadolu’da Rumlar ve Türkler çatışacaklar; birbirlerine karşı şiddet uygulayacaklar; İngilizler uygun bir şekilde devreye girerek, hakemlik yapacak ve çatışan taraflar arasında, bir sonraki çatışmayı içinde taşıyan bir “antlaşma” yapılarak, çatışma hali muhafaza edilmekle birlikte, fiili çatışma tehir edilecektir. Ve yeri ve zamanı geldiğinde bilfiil çatışmanın fitili ateşlenecek ve süreç yeniden başlatılacaktır.
Rusların Batı Türkistan bölgesinde tüm bir 20. yüzyıl boyunca uyguladığı/takip ettiği siyaset daha farklı değildir: Bütün Türkî toplumlar birbirleriyle ihtilaflı; kimsenin ihtilaflı olmadığı ve tarafsızlığıyla adaleti gerekirse zorla temin edecek bir güç olarak Ruslar… Benzer bir durumu Fransızların Afrika siyasetinde de takip etmek mümkündür.
Biz meseleyi günümüzde Türkiye’nin iç siyasetiyle ilgili süreçlere kadar getirebiliriz. Türkiye’de iç siyaset içinde kimin hangi mevkıfı hangi gerekçeyle tuttuğu sorusu yakından takip edilecek olursa, benzer süreçlerin burada da söz konusu olduğu kolayca fark edilebilir.
9.
Bazı insanların insan onurunu talep etmesi, McIntyre gibi, sadece kuralları unutulmuş bir dilde ifade edilmiş metinlerin anlaşılması gayretine dönüşmektedir. Kuralları unutulmuş bir dilde bize ulaşmış olan bir metnin anlaşılması, sıhhati ve otantikliği bir yana, onu yorumlayana bağlı olduğu için; metnin mânâsı, muhatabın tasarrufuna bağlanmakta; bu ise metinle sahih bir irtibatı gerçekleştirmeyi imkân dışına çıkartmaktadır.
Ne Aristoteles ne de Thomas Aquinas yorumları ne Stoacıları yeniden hatırlama gayretleri, bazılarının yapmaya çalıştığı gibi Paulus ve Augustinus’a geri dönmek ve oradan başlamaya çalışmak sorunları çözmede bir imkân sunar; çünkü onlar sorunun kaynağıdır.
Batılıların bu noktada herhangi bir şekilde insanlığa herhangi bir umut vermediği açıktır. Eğer Batılılar insanlığın hayrına bir şey yapacak durumda olsalardı, son yüzyılda yani tüm imkânları ellerinde bulundurdukları ve sınırsız güce sahip oldukları şartlarda bunu yaparlardı. Son yüzyılda gücün insânî şartlarda en üst seviyede termerküz etmiş bir şekilde Batılıların elinde bulunduğu dikkate alınacak olursa, şunu söylemek kaçınılmazdır: Batılılar bir bütün olarak sorunun sebebidir; mevcut tüm sorunlar modernitenin son uçları olarak oluşmuştur. Toplumların yaptığı gösterilerin, Batı toplumlarından insanlık için bir hayır gelebileceğiyle ilgili bir umut olarak algılanması, tam da sorunun çözülmesinin önündeki en büyük engeldir. Çünkü sorunun kaynağından sorunun çözümünü bekleyemezsiniz. Sorunu üreten ve ondan geçinenler, sorunu çözmezler; zamana yayar, yerine göre sınırlar, yerine göre canlandırırlar; ama hiçbir zaman bitmesine müsaade etmezler.
Nitekim Türkiye’nin bu konuda yeterli tecrübesi vardır. Karabağ örneği, sorunun/sorunların nasıl ortaya çıktığı, nasıl sürdürüldüğü ve nasıl çözüleceği/çözülebileceği hususunda önemli bir fikir vermektedir.
10.
Halbuki insanlık, nebevî hikmetle, onun grameriyle irtibat üzerinden ilişki kurabilir. Nebi’nin “bir kötülüğün elle, dille engellenmesi; olmazsa kalpten buğz edilmesi” beyanı, meselenin nasıl çözüleceği hususunda yeterince açıktır. El, gücü ifade eder; elle müdahale etmek için, ede–bilmek, müdahale edebilecek güce sahip olmak gerekmektedir. Gücün bütün vücûd mertebelerini ilgilendirdiğini dikkate almadan, kullanılmaya teşebbüs edilmesi, nebevî mesajın eksik anlaşılmasının bir alametidir.
Dua, sadece kalpten geçirilerek veya sözlü olarak yapılmaz; duanın hakka’l–yakîn şekli, kötülüğün bilfiil engellenmesi veya iyiliğin bilfiil gerçekleştirilmesidir. Bulunuş/vücûd kipleri cihetinden meseleye yaklaşmak, bu yönden tayin edicidir. Kötülük yapılırken ona buğz etmek ve kötülüğü işleyeni Allah’a havale etmek, tabii ki bir dua şekli olarak anlamlıdır; ama duanın en zayıf halidir. Esas dua kötülük yapanı, zulüm işleyeni, bunu yaptığına pişman etmek bile değildir; esas dua örgütlü bir şekilde kötülük yapma imkânını ortadan kaldırmak ve fert fert insanların kendi ibtilalarını yaşayabilecekleri şartları temin etmektir.
Bu “dinde zorlamanın/zorbalığın olamayacağı” şartların temin edilmesi ve “dinin Allah’a has” kılınması imkânının tüm insanlara verilmesi anlamda aslî durumun ihyası anlamına gelecektir. Bu nebevî hikmetin bütün meratibü’l–vücûd’da bir ve aynı sistemin mütemmim cüzleri olarak tahakkuk ettirme yönelişiyle mümkün olacaktır.
Asırlar boyu Filistin’deki sulh ve salahın nasıl tesis edilerek muhafaza edildiği açık olduğu gibi, ne zaman bozulduğu da açıktır: İslam fetihleri sonrasında Filistin’de kan iki defa dökülmüştür: birisi Haçlı istilası diğeri Siyonist işgal. Gerekli şartlar yerine getirildiğinde, Siyonist işgalin akıbetinin Haçlı istilasının akıbetinden farklı olabileceğini düşünmek için elimizde hiçbir kanıt yoktur.
11.
Aynî olanın önceliğinin yeniden tanınması ve ciddiye alınması, hareket noktası olmak zorundadır. Bunun anlamı Gazze bağlamında tüm imkânların kullanılarak oradaki zulmün adım adım sona ermesini temin edilmesidir. Yani Gazze özelinde, Gazze’deki işgal ve soykırımın öncelikli olarak durdurulması için gerekli şartların oluşturulmasıdır.
Bunun başarılması, meselenin halledildiği anlamına gelmez. Siyonist Yahudiler ve Siyonist Hıristiyanlar mevcut olduğu müddet, bu bölgelerde ve burası için savaşacak yeterince insan hep bulunacaktır.
Bunu engellemenin ön şartı, hangi versiyonu olursa olsun Siyonizm’in gerçekleşme umudunun olmadığı şartların temin edilmesidir. Siyonizm’in gerçekleşme umudunun olduğu her şartta, Siyonizm için savaşacak yeterince insan, Hıristiyan veya Yahudi, bulunacaktır.
Mevcut dünya sistemi gücünü muhafaza ettiği müddet, örgütlenmiş kötülük mevcut olduğu, gücü elinde bulundurduğu müddet, Siyonistlerin umudu da gayreti de devam edecektir; bu Filistin’de işgal ve zulmün devam etmesinin ötesinde, orada “iş” görüldükten sonra, Arz–ı Mev’ud’un diğer bölgeleriyle ilgili operasyonların devam edeceği anlamına gelmektedir.
12.
Güce ayne’l yakîn maruz kalmaya engel olmanın ön şartı, güce hakka’l–yakîn sahip olmaktır. Eğer insanlık bugün fizik yasalarına mahkûm ise, bu mahkumiyetten kurtulmanın ön şartı fizik yasalarına hükmetmektir. Fizik yasaları değişmeyecektir; fizik yasalarına hükmedecek insanlar ve onların yönelişleri, fizik yasalarını insanlığın lehine kullanmanın makul yollarını geliştirecekleridir.
Bir bıçak, kesici bir alet olması hasebiyle, salata için de kullanılır, ameliyat için de cinayet için de. Aletin kesici olma özelliği fiziki gerçekliğin parçasıdır; bu gerçekliği yok saymak, bir gün bıçağın boğazınıza dayanmasını engellemez. Mesele bıçağı, haksız yere hiçbir insanın boğazına dayanmayacak bir şekilde kullanmanın mâkûl yollarını geliştirmektir. Bıçağı elinde tutmayan, ona hükmedemez.
Günümüzde Müslümanların bilkuvve cihetten herhangi bir güç sorunu yoktur; sadece sahip oldukları gücün kullanımı konusunda, mertebe mertebe, bilinç eksikliği söz konusudur. Bu bilinç eksikliğinin kavramı, “öğrenilmiş çaresizlik”tir ve bunun “kazanıldığı” mekân, mevcut eğitim sistemi ve medya ortamıdır. Burada akademinin ve üniversitenin sorumluluğu, ihmal edilemeyecek kadar büyüktür. Medyayı da bu cihetten memleketin ve insanlığın hayrına etkin bir şekilde kullanmanın yollarını geliştirmek de akademinin sorumluluğu altındadır.
Her bir mertebede gücün nerede olduğu ve nasıl elde edileceği ve nasıl kullanılacağının makul yollarını kavramak, keşfetmek ve geliştirmek, sorunları kalıcı bir şekilde halletmenin yegâne imkânı gibi gözükmektedir.
13.
Gazze’de biz insanlığın bugününün bir zaman ve mekânda sunulan tikel bir örneğini yaşıyoruz. İnsanlığını henüz yitirmemiş olanların vicdanını sızlatan görüntüler, insanlığın mevcut halini ifşa etmesi cihetinden kavranmazsa, yine sıradanlaşarak mevcut sorunların artarak devamı anlamına gelecektir. Ama Gazze başka bir cihetten insanlığın geleceğini de işaret ediyor: Eğer Gazze ve Filistin’de sorun çözülürse, insanlığın mevcut halinde karşı karşıya kaldığı sorunlar da çözülmüştür veya çözülme yolundadır demek olacaktır.
Ancak mesele bütün insanlığı uçurumun kenarına getiren ve insanlık onurunu anlamsızlaştıran modern dünya düzeninden intikam almak olamaz. İntikam her halükârda bizim işimiz değildir. Mesele Gazze ve Filistin özelinde İsraillileri ve Siyonistleri ve onların destekçilerini, hak etmedikleri ve suistimal ettikleri güç konumundan almak ve böylece onları yeniden onurlu insanlık ailesinin parçası haline getirmektir. Yeryüzünde mevcut olan her dört insandan birisinin şu veya bu şekilde, şu veya bu anlamda Ahir Zaman Peygamberi’nin ümmetine mensup olması, meselenin halledilmesinin bir zaman işi olduğunun en açık alametidir ve alamet olmasının kavranmasına bağlı olarak da zeminidir.
Sorunun çözümünün en kısa –aynı zamanda en uzun– yolu, akademinin heyecanı terk etmeden ve heyecana kapılmadan, siyasallaşmadan/gündelik siyasete kendisini kaptırmadan bu konularda ortaya çıkan meseleleri gerçekçi bir şekilde, meratibü’l–vücûda riayet ederek kavrayan ve adım adım fertlerden başlayarak, millet ve ümmetin ötesinde, insanlığı muhafaza etme ufkunda etkin olan bilimle meşgul olmasıdır. Bilgi olmadan, burada bahsettiğimiz hiçbir şey mümkün olmadığı gibi, bilimsel bilgi olmadan, yani bilgiye bilimsel bir form kazandırılmadan sorunlar gereği gibi kavranamaz. Çünkü bilimsel bir forma girmeyen/belirli bir mâkûliyet düzenine dayanmadan elde edilen her türlü başarı, mevzii ve geçici olacaktır.
1 Toynbee, The western question in Greece and Turkey, s. 259–260 (Türkçe tercümesi: Türkiye ve Yunanistan’da Batı Meselesi, Türkçesi: K. Mustafa Orağlı, Yeditepe Yay., İstanbul: 2007, s. 315–316).