I.
Her fikir, söylem, konuşma, hakikat iddiası taşır. Her akıl, düşündüğünün doğru olduğuna inanır; gücünü ve acziyetini bu inanca borçludur. Başlangıçta hakikat vardır, sonda da. Hem apaçık ortada (zâhir) hem sırdır (kendi özünde bâtındır). Hakikat, zâhirde ve bâtında, ehliyeti ve salahiyeti olmayana mahremdir; kendini peçeler. Hakikatin örtüsü, zâtiyet sırrının mahremiyetidir. Namahreme kapalıdır. Varlığı, gölgesi; hakikati, sahtesi takip ve taklit eder. Her hakikate sahtesi musallattır. Hakikat gibi yalan da hem zâhir hem de bâtındadır, başlangıçla son arasındadır. Yalanın kisvesi, kendini perdeleyen hakikat maskesidir; roldür. Yalanın maskelediği zâtiyet sırrı, varlık (gerçek) rolüne bürünen maskesindedir; hiçliktir. Rol, zâtiyet hakikatinin kisvesine bürünen maskedir. Maskelenmiş rol, kendini perdelemekle kalmaz, aynı zamanda hakikatin zâtiyetinin yerine ikame etmek ister. Yalan, rol yapar, hakikatin yerine geçmeyi hedefler veya kendini eş (şirk) koşar. Fakat mutlaka taklit ettiği, gölgesinde bulunduğu hakikatin hükmü altında olduğu, sonunda ona hizmet ettiği şuurundan yoksundur. Hakikatin ayırıcı vasfı, kendi oluşudur, samimiyeti, masumiyeti ve temizliğidir; gücünü ahlâkî ilkelerden, iyiden, doğruluktan, imandan, pazarlıksız duruşundan ve tavrından alır. Yalanın ayırıcı vasfı, kendisi olmaması, rol yapması, kendiyle çelişkisi, samimiyetsizliği, maskesidir; gücünü ahlâkî ilkeleri suistimalden, eğrilikten, yanlıştan, çelişkiden, kötülükten, inançtan, pazarlıktan, çıkardan, takiyeden, durumsal duruş ve tavırdan alır. Hakikat, saf ve sadedir; yalan, abartılı, karmaşık, ikircikli, travestiktir. Hakikat, varlıktan yana inşa edici; özü dua, sevgi, aşktır. Hakikat, cömert; yalan, cimridir. Yalan, yokluktan yana bozguncu, yok edicidir; özü lanet, nefret, kindir. Hakikat, Hakk’tır; gerçeğe, yüceliğe, selamete, salaha ve felaha davet eder; kurgudan, inkârdan, korkudan, acıdan, terörden beslenir, sefalete ve esarete sürükler. Hakikatin yöntemi, iman ettiği ahlâkî oluş ilkelerine, kurallarına ve değerlerine sadakat, dürüstlük ve mertliktir; yalanın yöntemi, ihanet, hile, entrikadır. Hakikatin cazibesi, özünün güzelliğine işaret eden cilvesidir, nazıdır; yalanın büyüsü, çirkinliğini maskeleyen yanılsama, göz boyamaca, hiledir. Hakikat gücünü, zâtiyet sırrıyla mütenasip ahlâkî ilkelerinden, kurallarından ve değerlerinden; yalan kuralsızlıktan, görecelikten ve belirsizlikten alır. Hakikatin özgürlüğü zâtiyet sırrıyla özdeşliğinde, yalanın, özdeşsizliğinde, kayıtsızlığında, kuralsız benlik iddiasındadır. Hakikatin aşkınlığı, zâtiyet sırrına teslimiyette, yalanın, inkârdadır. Hakikat kaderdir, varlığın (gerçekliğin) etik–ontolojik zorunluluk ilkesidir; yalan, kendi kaderinin efendisi olduğuna inançtır, yanılsamadır. Yalan, eninde sonunda kendine, hakikati çekmeye çalıştığı karanlığa, benlik iddiasına kurban gider. Tüm cambazların kaderi düşmektir. Hakikate teslimiyet özgür kılar, yalana teslimiyet esir. Hakikat, ferdiyet ilkesinin sonsuz açıklık ilkesini; yalan, benlik iradesinin mutlak otoritesini gözetir; totaliterdir, güce tapar. Hakikat, sevgiyi ve sevginin mahremiyetini; yalan, gücün şehvetini, işgali, teşhiri esas alır. Yalan, dikizcidir. Hakikat, siretini gösteren yüzdür; yalan, siretini perdeleyen role işaret eden maskedir; personadır. Hakikat, yüzünü gösteren sîrettir; yalan, varlığı görüntüsüyle karıştıran, makyaj, sahnedir. Hakikat, dinlenir, dinlendirir, sükûna erdirir, kendi emniyet sınırını çizer; yalan, izletir, yorar, karıştırır, tekinsizliğin resmini çizer. Hakikatin evi sevgi, güven, emniyet, barış, tenzih ve tesbihtir; yalanın yabancılaşma, şüphe, zıtlık, çelişki, çatışma, kargaşa ve teşbihtir. Hakikat, kendi evindedir, nispeti ferdiyet ilkesinin bölünemez bütünlüğünedir; yalan, evsiz ve yurtsuzdur, iddiası, mevzii ve akıbeti hakikate nispetledir. Hakikat, müjdeler, aydınlatır, yüceliğe, vahdete çağırır; yalan, korkutur, şaşırtır, saptırır, bölünmüşlüğün ve parçalanmışlığın karanlığına sürükler. Vahdet, ferdiyet ilkesinin bölünemez bütünlüğüdür, nispetsizdir; hakikate içkin aşkınlığa ve mutlak hürriyete şehadettir. Yalan, fitne, fesat, tefrika, sınırlanmışlığın ve bölünmüşlüğün nispetlerine esarettir. Vahdet, hakikate imana içkin özgürlüğün aşkınlığı; yalan, inkâra içkin acziyetin mutlak güç iradesine matuf taşkınlığı, şaşkınlığıdır. Hakikat, özgürlüğe matuf teklikte çokluk, çoklukta teklik; yalan, güce matuf hiçlikte birlik, çoklukta yokluktur. Hakikatin esası, varlığın bölünemez (nispetsiz) bütünlüğünün ferdiyet ilkesidir; yalanın esası, hiçliktir, bölünebilir (nispetli) bütünlüğün güç ve iktidar iradesidir. Yalan, tüm göreceli ilişkilerin, içeriklerin, nispi gerçekliğin ardında bıraktığı püsküllü kalıntıların dâhil olduğu aptalca bir oyun; hakikat, varlığın zâtiyet sırrını perdeleyen öznel keyfiliğin pozlanmış ahlâkına karşı açılmış savaştır. Hakikat, davetine gönüllü icabet ister, eylemi çağrılandan bekler; yalan, yanıltır, dolandırır, icabeti zora koşar, aklı şüpheye düşürür. Hakikat, imanı cezp ve celbeden hayat; yalan, inancı şüpheye ve inkâra cebreden cansızlıktır. Hakikat, mutlak hürriyetin hükmüne tabidir; yalan, benlik iradesinin iktidar şehvetine bağlıdır, esirdir. Hakikat, özgürlüğün sorumluluğunu, yalan, keyfiliğin sorumsuz otoritesini talep eder. Hakikat, hıfz eder ve hatırlatır; yalan, açığa alır, saçar, unutmaya sevk eder. Hakikatin işi, yazmak ve korumak; yalanın işi, resmetmek, bozmak ve ifsattır. Hakikat, özünün sırrına (mahremiyetine) mâlik iffettir, himaye eder; yalan, fuhuştur, müsrif ve müflistir, faş eder. Hakikat, gücünü Hakk’tan alır, kendine yeter ve mutlaka tahakkuk eder; yalan gücünü sahteliğinden, büründüğü rolden, maskesinden alır ve mutlaka hezimete uğrar. Hakikat tahakkuk ettiğinde, yalan, neşet ettiği yere döner, hiçliğinin karanlığına gark olur. Her şey kendi hakikatine boyun eğer, yalan da... Hakikatin talibi az, yalanın çoktur. Hakikat de yalan da firaset ister. Yalan, hızlıca dolaşır ve yayılır, sıradanlığın kıyısında gezinir, yüzey oyunlarında eğlen(dir)ir, oyalar; hakikat, zaman dairesinde derinleşir, vaktinde çıkar meydana, hükmünü bildirir. Yalan, şimdi ve henüz değil, inanç ve şüphe, hüküm ve kararsızlık arasında salınan sarkaç, var ve yok oluşların ani belirişleri arasında kendini yenilik olarak sunan tekrardan beslenen gel–gittir; hakikat, zaman–mekânın ezel–ebed dairesinde başlangıçla sonu buluşturan kadim demde eskimeyen yenidir. Esasen gerçek, sonsuzluğun kendini şimdide bildirmesidir. Hakikat, zıtlıkların çatışmasından elde edilen bir sonuç, ürün değildir. Her an gerçekleşen, hakikatten başka bir şey değildir. Hakk, her an vaki olur. Onun tahakkuku hiçbir şeye borçlu, hiçbir güce bağımlı değildir. Her türlü güç ve oluş iradesi ona muhtaçtır. Bu yüzden hakikat kisvesine bürünür yalan bile. Asıl kudret, hiçbir şeyin kendinde değildir; ancak hakikatledir ve yalnızca hakikati Hakk edendedir. Aksi zan ve vehimden, tüm tüllenmiş varoluş biçimleri ve düzeylerinin yokluk aynasında birbirine yansımasından ibarettir.
II.
Tüm zorluk, hakikatin tahakkuk edip etmemesinde değil, hakkı görüp kisvesine bürünen sahtesinden ayırt edebilmekte, yalanın maskesini düşürebilmekte, nihayet Hakk’tan yana durabilmektedir. Aksi takdirde bizim hakikate yabancılaşmamız, hakikatin de bize yüz çevirmesi mukadderdir. Hakikati Hakk etmemiz, yalandan farkını görebilmemiz, uzun, meşakkatli bir yolculuğa çıkmamıza, nihayet gerekli ehliyete ve salahiyete ermemize bağlıdır. Ehliyet ve salahiyet şartları arasında, elbette hakikatin özüne matuf doğru itikat, ahlâkî oluş iradesi, doğru bilgi, tarih şuuru, dünya görüşü, ilmî usûl, üslup ve firaset, nefs muhasebesi, hakikat sevgisi, sır idraki ve zevki gibi hususlar bulunmaktadır. Fakat bu hususlar, ancak doğru akıl, düşünme ve muhakeme melekesine mâlik olmamız halinde bir anlam ifade eder. Zira düşünmeyenin, sorgulamayanın, muhakeme etmeyenin akıldan nasibi yoktur. Akılsızın ne hakikat ne de yalan umurundadır. Aklın, düşünmenin en vazgeçilmez asgari şartı, hakikat sevgisiyle, samimiyetle kendi düşünmektir; istikametinde doğruluk ve niyetinde dürüstlüktür. Kendi düşünemeyen akıl, hakikat zannından ve vehminden öteye geçemez. Kendi düşünemeyen aklın yolundan sapması, hakikat ve yalan arasında şaşı kalması ve nihayet hayal kırıklığına uğraması mukadderdir.
Belki de bu yüzden, son dört yüz yıldır, bizim hakikatten, hakikatin de bizden yana olduğu zannı ve vehmiyle bir hayal kırıklığından diğerine savrulup durmakta, her defasında yeni bir oluş iradesiyle güçlenmeye, tarihsel yolculuğumuzu sürdürmeye çabalamaktayız. Aynı süreçte yaşadığımız sayısız şoktan hiçbiri, bizi hakikate uyandıramadı, hak ettiğimiz gerçekliğimizle yüzleşmenin ehliyet ve salahiyetine erdiremedi. 17. yüzyıldan itibaren sürekli artan toprak kayıpları, millet ve devletimizin oluş iradesine dayanak teşkil eden ilmiyye geleneğimizin ortadan kalkması, akıl kudretimizin ve ahlâkî oluş irademizin kaba softa ve ham yobaz elinde kenetlenmesi, çarpık ve yozlaşmış çoklu eğitim sistemi yerine özgün bir eğitim politikasının belirlenememesi, tüm ülkeyi örümcek ağı gibi saran misyoner okulları, devlet ve millet idesinin çökmesi, ayrılıkçı ayaklanmalar, Tanzimat döneminde Türk’ün ruh köküne yabancılaşmasına işaret eden fermanlar, göçler, 1909’da Türk devlet namusunun lekelenmesi, ihanetler, her tarafta kol gezen ajanlar, işgaller, katliamlar, kahramanlarla hainlerin yerini değiştiren yalanlar, hiçbiri bir rüyadan diğerine uyanmamıza engel olamadı. Her şeye rağmen Türk milleti, Birinci Dünya Savaşı’nda dünyanın neredeyse yüzde seksenini esir alan, insanlığın yücelik değerlerini gasp eden Batılı emperyalist güçlere karşı direnen insanlığın özgürlük iradesini temsil eden biricik kudretti. Tıpkı günümüzün Filistin (Gazze) örneğinde olduğu gibi. Fakat bu durum, daldığımız rüyadan uyanmamızdan ziyade, yeni bela yıldırımlarını üzerimize çekti. Batılı emperyalistler, Türk milletinin, tüm dünyanın önlerinde diz çöktüğü dönemde, tüm mahrumiyetine rağmen direnmesinin ve insanlığın özgürlük iradesine sahip çıkmasının neden kaynaklanmış olabileceği sorusunun cevabını aradılar. Buldukları cevap belliydi: Türk’ün ruh köküyle bağını koparmak, özgürlük iradesini köreltmek, bir daha tekrar düşünemeyecek şekilde aptallaştırmak. Nitekim daha sonraki dönemde Türk milleti, Batılılaşma (kendine yabancılaşma) politikalarına, geçmiş hafızasını silen harf devrimine, Öz–Türkçe adı altında dil hazinesini boşaltan, köküyle, coğrafyasının düşünce ve sanat geleneğiyle bağını koparan, Türk müziğinin dinlenmesini ve bilhassa eğitimini yasaklayan kültürel soykırımlara maruz kaldı. Son dönemde gerçekleşen, kılık–kıyafetinden başlayıp beden tasarımlarına ve iliklerine kadar işleyen transformasyon süreçlerinin, manipülatif tarih yazımının, kendine yabancılaşmaktan (başkalaşmaktan) beslenen ve Batılılaşma hedefine hizmet eden eğitim sistemlerinin, Türk kimliğini aidiyetinden koparmaktan ve özgürlük iradesini hadım etmekten başka bir gayeye hizmet ettiği söylenemez.
Türkün ruh köküne kasteden bu suikastın büyük ölçüde başarılı olduğunu söyleyebiliriz. Zira geçen son yüzyıllık süreç muhakeme edildiğinde, Türk milletine gelecek ufku sunmak bir yana, sadece dönemine mahsus geçerlik iddiası taşıyan otantik bir düşünce akımı ve geleneğinin dahi oluşmadığı görülmektedir. Millilik ve yerlilik iddiası taşıyan birkaç öne çıkan kalem dışında, tercümeler yoluyla gündeme gelen tüm düşünce ve sanat akımlarının genellikle Batıda üretilmiş, dolayısıyla dönüşüm süreçlerine bağımlı politik söylemlere hizmet ettiğini söyleyebiliriz. Bu durumun en bariz örneği, kendini döneminin resmî ideolojisiyle ve esasen Batıcılıkla özdeşleştiren, esasen Batılılık kimliğin küreselleşmesi süreçlerine hizmet eden sözde sol düşünce ve sanat hareketleridir. Kendi düşünce kimliğini ve geleneğini inşa edemeyen bu hareketler, tamamen dışarıda üretilen söylemlere bağımlı kalmış, yenisi ithal edilmediği sürece düşünemez hale gelmiştir. Örnek olarak klasik Marksist–Leninist söylemin yetersizliği, Avrupa’da 1940’lı yıllardan itibaren anlaşılmış, 1960’lı yıllarda bilhassa Frankfurt Okulu çevresinde düzeltmeye tâbi tutularak dönüştürülmüşken; sözde Türk solu ve aydın kimliği, durumdan ancak tercümeler vasıtasıyla haberdar olmuş ve etkisinin azalmaya, yerini postmodern tartışmalara bıraktığı 1980’li yıllarda ideolojik kimlik iddiasını sürdürebilmek için eleştirel teori, feminizm, liberal sol gibi akımların temsilciliğine soyunmuştur. Fakat kendi düşünemeyen, dışarıya, tercümeye bağlı bir düşünce ne kadar hakiki ve samimi olabilir? Maksat hakikat değilse, aranan nedir? Oysa düşünce yalnızca hakikati aradığında hakiki ve samimidir. Ve elbet, hakikatin de yalanın da bir bedeli vardır. Hakikatten kaçanların kaderi, gerçeğe kurban gitmektir.1
Nitekim İslam karşıtlığından beslenen Türk solu, Marksist–Leninist komünizm düşüncesinin teşekkülünde ve Rusya’da Ekim devriminin gerçekleşmesinde, Yahudiliğin Batı’yla hesaplaşma tarihinin (meselâ Lenin’in Rusya’ya gidişini organize eden, Troçki’ye sürekli devrim fikrini aşılayan, bizde Türk milliyetçiliği rolüne soyunan, Alman ve İngiliz istihbarat ajanı Alexander Parvus’un, asıl adıyla İsrail Lazarevich Gelfand’ın) oynadığı rolü görememiştir. Aynı şekilde, 1980’li yıllarda Frankfurt Okulu’nun Yahudi kökenli teorisyenlerine sarılan Türk solu, Eleştirel Teori’nin esasen Yahudilik teolojisinden beslendiğini2, asıl maksatlarını maskelemek için Marksizmi, Hegel’i ve Freud’u malzeme olarak kullandığını duymak bile istememiştir. Anlaşılan, Batılı tüm düşünce akımlarına ilgi gösteren, dönemine göre birinden vazgeçip diğerine intisap eden sözde Türk solu, Frankfurt Okulu’nun son temsilcisi olduğu zannedilen Jürgen Habermas’ın bildiri yayınlayarak, Siyonist İsrail’in 7 Ekim 2023 tarihinden sonra Filistin’de işlediği soykırımı meşru kabul etmesi3 bile şaşırtamamıştır. Zira Batıcılığı üstünlük payesi olarak gören sözde Türk aydını, Habermas’ın öznellik olarak tanımladığı öteki akılla dil üzerinden komünikasyonu mümkün kılacak özneler arası ilişki modeline uygun komünikatif eylem teorisine kapı aralarken; esasen Aydınlanma aklını kötümser eleştiriden ve arkasında bulunan metafizik/teolojik unsurlardan arındırmak suretiyle restore edilmiş bir modernleşme sürecinin başlangıç noktasına geri dönmeyi4, Batı aklına kendine refleksiyon kuran materyalist–pragmatist bir eleştirellik kazandırabilmeyi amaçladığını, dünyanın Batı kıtası dışında kalan yüzde doksanlık bölümüyle ilgilenmediğini görmek bile istemez. Sözde Türk aydının, Kant’ın nomen–fenomen ayrımıyla Kilise’nin sunmaya çalıştığı sahte aşkınlık imkânını ortadan kaldırdığını; hayatın yalan ve yanlışlıklar komedisine dönüştüğü Batı dünyasında, Habermas’ın çoktan mezarı kazılmış, üstelik bölünmüş özneden ve onun pragmatist–komünikatif dil refleksiyonuna indirgenmiş aşkınlık mantığından, içinde yaşamak zorunda bırakıldığımız çağın nihilist, liberal materyalist toplumsal düzeninin konformist savunuculuğunu yapan bir düşünce kimliği ve tavrından başka bir şey önermediğini5 anlayabilmesi için, öncelikle kendisinin düşünmeye başlaması gerekir. Belli ki sözde Türk aydınının asıl derdi, kendi düşünmek, hakiki ve samimi olmak, kendini bir düşünceye adamanın bedelini ödemek değil; devşirme politikalarıyla elde edilmiş statükolarını, kaptıkları köşeleri, nihayet kapitalizm ve liberalizm ile özdeşlesen Batılı materyalist değerleri koruma görevinden ibarettir.
Öte yandan, modernliğin özne ve öznenin ilerici uygarlık tarihine duyulan inancın etik–ontolojik ve metafizik temellerinin çoktan yıkıldığı günümüzde, Batı merkezci aydınlanma ve ilerleme düşüncesini temsil eden kalemlerin içinde bulunduğu durumu ayrıca muhakeme etmemiz gerekir. Teknolojinin insanın fonksiyonlarını sürekli biraz daha fazla üstlendiği, modern öznenin bedeninin biyo–teknolojik organizmalarla kaynaştırılması suretiyle, görüntü ve iletişim mekanizmalarının araçlar matrisinin ortasında, insanın homo teknikusa, tabiatın tekno–çevreye, bedenin tekno–bedene ve sanatın tekno–sanata dönüşmeye başladığı günümüzde, Batı, kendince kurgulayıp yazdığı ve tüm insanlığa dayattığı tarihin sona erişinden bahsetmektedir. Modern öznenin her geçen gün biraz daha ahlâkî düşünce ve iradenin nispi güvenirliliğinden gayri insânî uyarımların kati güvensizliğine geçiş yaptığı, ruh ile beden, insan ile makine, çeşitli cinslerin özellikleri ve erkek ile dişi arasındaki sınırların ortadan kalktığı bir süreçte homo sapiens, kendi evrim tarihini anlamlandırma çabalarına kurban gitmektedir. Özne ile nesnenin, bilen ile bilinenin, düşünce ile düşünüle(meye)nin aralarındaki mesafenin gittikçe açılmaya başladığı, aralarındaki ilişkilerin asla kavrayamayacak biçimde transformasyona maruz bırakıldığı günümüzde, klasik ontolojinin düşünce ve varlık, biçim ve madde, özne ve nesne ikilemlerinden kurtulmak maksadıyla, özne ve düşüncenin aradan çekilerek iptal edilmesi önerilmekte, böylece sibernetik ontolojinin sorun çıkarmayan organik birliğinde totaliter bir bütünlük inşa etmenin imkânları araştırılmaktadır.
Ayrıca geçen yüzyılda çıkan iki dünya savaşının da Batı kaynaklı meydana geldiğini, bunun bir tesadüf olmadığı gerçeğinin, ancak Batı’nın din, düşünce ve kültür tarihinin genetik kodlarına nispetle anlaşılabileceğini vurgulamamız gerekir. Nitekim Batı, iki dünya savaşı öncesinde ve sonrasında, güç ve iktidar şehvetinden beslenen varoluş iradesine uygun biçimde, insanlığın özgürlük iradesine karşı suikast girişimlerine devam etmiştir. Dünyanın Amerika ve Kıta Avrupası dışında kalan bölgelerinde, bilhassa Afrika’dan, Mezopotamya’ya, Rusya’ya ve Asya’ya uzanan İslam coğrafyasında, kolonizasyona, işgallere, sömürüye, katliamlara, soykırımlara, darbelere, insanlık haysiyetinin kan ve gözyaşına boğulmasına ya öncülük etmiş veya destek vermiştir. Bosna, Afganistan, Libya, Mısır, Irak, Suriye, Doğu Türkistan, Somali, Sudan, Yemen, Azerbaycan ve Türkiye’de 15 Temmuz darbe girişimi, insanlığın son dönemde yaşadığı vahşete sadece birkaç örnektir. Onca yaşanan katliama rağmen Batı, insanlığın özgürlük iradesini temsil ettiği vehmine kapılmaya devam etmiş, dünyanın fakir ülkelerinde marka sahibi olabilmek için çocukların böbreklerinin satılmasını, her yıl 20 milyon çocuğun açlıktan ölmesini, Avrupa ve Amerika’da halkların, ekonomik durumlarını iyileştirmesi halinde faşist bir düzene rıza gösterecek hale gelmesini umursamamıştır. Belli ki Batı, vahşi avcılık tarihinden evrilmiş, şehrin sokaklarında insan avcılığına çıkan modern homo sapiens türünün, aramızda kuralsız ve kadersiz dolaşan Ödipuslara dönüşmesini, Avrupa ve Amerika’da pedofilinin bir tür turizm sektörüne ve modern kölelik sistemine evrilmesini, kendi üstünlük vehminin tasdiki şeklinde telakki etmektedir.
III.
Fakat kimsenin beklemediği bir anda geldi beklenmeyen; kimsenin ummadığı, çoktan unutuldu zannedilen yerden, hafızanın gözelerinden akan ab–ı hayattan. Karanlığın, istenmeyen bir uyku gibi dünyanın üzerine çöktüğü, insanlığın özgürlük ufkunu kapladığı bir günde, 7 Ekim 2023 tarihinde bir hadise, gerçekten daha gerçek bir mucize gerçekleşti Filistin’de, peygamberlerin dolaştığı topraklarda: Ay yarıldı! Hakikat, yalandan sıyırdı kendini. İnsanlığın şeref ve haysiyetinin, nasıl Yahudi–Hıristiyan–Pagan ittifakının finans kapitalizmi tarafından çiğnendiği, özgürlüğünün gasp edildiği, sütunları demokrasi, insan hakları, refah ve mutluluk etiketleriyle süslenmiş tapınaklarında bedensel hazlarına ve güç ihtiraslarına kurban edildiği anlaşıldı. Filistin’de akan kan ve gözyaşı, melek yüzlü bebeklerin kanatlarına yüklendiğinde, başını göklere yükselten herkese savaş açtı titanlar. Rahmet yağmurlarıyla ıslanan her yürek, efendiler ve köleler düzenine düşman ilan edildi. Kimi aforoz edilerek pagan tapınaklarından dışarı atıldı, kimi suikasta kurban gitti. Ay yarıldı! Yalanın maskesi düştü. Gerçek savaşın, pagan tanrılarıyla insanın özgürlüğü arasında yaşandığı ortaya çıktı. Doğuda ve Batıda, Kuzeyde ve Güneyde; insanlığın gerçek tarihinin, kuyruksuz maymundan gelen hayvan türünün güç, şiddet ve şehvet sapkınlığıyla, Âdem ve Havva’dan gelen insan soyunun hakikat, özgürlük ve ahlâk savaşından başka bir şey olmadığı âşikâr oldu. Ay yarıldı. Çömlekçinin ellerinde yeniden biçimlenmeye başladı maneviyat. Yıkıldı gururları, düştü altın yaldızlı taçları pagan tanrıların. Nasıl da kırıldı altın işlemeli tabaklar, sırça köşklerinde korkuların. Düştü mütecaviz tanrılar dağlarından, sallandıkça beşiği zamanın. Ay yarıldı! Hak vaki oldu. Güç, kan, şiddet ve şehvetten beslenen, damarlarında sevgiye yer vermeyen vampirler, hep birlikte İslam’a, insanlığın yücelik değerlerini savunan özgürlük savaşçılarına saldırdılar. Çünkü hakikat yüzünü gösterdiğinde, insanlığa yegâne özgürlük imkânını yalnızca İslam’ın sunabileceğini gördüler. Özgürlük iradesi hadım edildiğine, otopsiye yatırılıp bir daha asla birleşemeyecek şekilde parçalandığına inandıkları Âdem’in yeniden dirilip filizlenme, mazlumları kendi gölgesinde buluşturan koca bir çınara dönüşme ihtimalinden korktular. Ay yarıldı! Düştü Tanrı kılığına girmiş soytarılar ve maskeleri. Onlar ki, nem ve bereket zamanlarında, badem ezmesi ve kamçıyla beslediler kölelerini. Günü kurtarmak için savaştılar, karanlığı serdiler. İhtiyaç anında kurtarıcıydı baskı kuranlar. Gecenin kurallarını çiğneyip kasveti getirdiler. Ve kaçırdılar iffeti gerçeğin bağrından, adak sundular barbarlara, hunharca tecavüz ettiler. Mutlu bir ölüm vaat ettiler hayâsızca, yollara çiçek seren avcılar. Sökün etti titanlar dört bir yandan, uzak vadilerden ve dağlardan. Çıkıp geldiler uyuyan masallardan. Kimi yılan kimi boğa burcunda, arkaik yanılgıların tatlı rüyalarına daldılar. Dünyayı karanlık bir uyku sardı. Ay yarıldı! Umudun gümüş kanatlarında süzüldü özgürlük, çocukların uykusunda melekler. Renklerin ışıldayan pınarından su içenler, sarılmış peygamberlerin uyuduğu çiçekleri kokluyor şimdi. Öyleyse artık bize düşen acınmak değil, insanlık düşmanı saldırılarla perçinlenen ruhumuzun ihtişamıyla parlamak, dünyanın üstüne çöken karanlığı, insanlığın özgürlük ufkunu kaplayan kasveti dağıtmaktır. Ay yarıldı!
1 Benzer bir durum, varlık iddiasını uzunca bir süre geçmiş hafızasından ve İslam coğrafyasından intikal ettirilen tercümelerle sürdürmeye çalışan, kendi düşünmeyi bir türlü öğrenemeyen muhafazakâr kesim için de söz konusudur.
2 Üstelik bu hakikat Frankfurt Okulu’nun kurucu teorisyenleri Horkheimer ve Adorno tarafından itiraf edilmiştir. Doğum kontrol hapı uygulamasını ve teolojinin liberalleştirilmesini eleştiren Horkheimer, 1970 yılında vefatından üç ay önce yaptığı röportajda, iktisadi liberalizmi savunmuş, “Tanrısız, şarta bağlı olmayan, dolaysız bir anlamı inşa etmeye çalışmak, boşuna bir çabadır” demiş, “Teolojik bir fikri, rasyonel bir toplum teorisine uygulamaktan” zevk aldığını itiraf etmiştir. Ayrıca Adorno, Eleştirel Teori’nin anti–mimetik tavrının, temsil ve iktidar karşıtlığının kaynağında Yahudilik teolojisindeki Tanrı düşüncesinin ve özellikle resim yasağının bulunduğunu açıkça ifade etmiştir. (bkz: Rıdvan Şentürk, Eleştirel Teorinin Eleştirisi, Kesit Yayınları, İstanbul: 2013).
3 “Grundsätze der Solidarität. Eine Stellungnahme”,
normativeorders.net sitesi içinde kısa link: t.ly/zPWN6
Erişim tarihi: 5 Şubat 2024.
4 Habermas, Batı’nın, Yahudilikle ilişkisinin, Eski ve Yeni Ahit birlikteliğinden çok eskiye uzandığını; Batı düşüncesinin, Batılılaşmış Hristiyanlık ve Yahudilik teolojisinin, esasen, Antik Yunan ve öncesine uzanan pagan mitolojilerden
beslenen aynı ruh ve inanç kökünde buluştuğunu en iyi bilen kişilerden biridir. Religion and Rationality / Din ve Rasyonellik adını taşıyan kitabında The German Idealism of the Jewish Philosophers/ Yahudi Filozofların Alman İdealizmi ve Israel or Athens: Where does Anamnestic Reason Belong?/ İsrail ya da Atina: Anamnesik Akıl Nereye Ait? gibi kritik metinlere imza atan Habermas pekâlâ bilir ki, Yahudiliği ve Hristiyanlığı beslendikleri ortak pagan ruh kökünden koparmak ve birbirinden ayrıştırmak imkânsızdır. Örnek olarak Filistin’de (Gazze’de) yaptığı katliamla ünlenen pagan dönemin mitolojik Samson figürünün aynı zamanda Yahudilik (Şemsun) ve Hristiyanlık teolojisinde meşruiyet kazanması, neşet ettikleri ortak kaynağa işaret eder. Batı düşüncesinin teşekkülü sürecinde, Batıyla Doğuyu, Hristiyanlıkla Yahudiliği tarih boyunca işledikleri cinayetlerde paylaştıkları suç ortaklığında buluşturan, her ikisinin de teolojik geçmiş hafızasını yoğuran pagan inancı ve kültürünün oynadığı rolü, Homeros’un beslendiği kaynaklarda görmek mümkündür. Ayrıca, Antik Yunan dönemi sistematik düşünce geleneğinin kurucuları arasında yer alan Pisagor’un (MÖ 570 – MÖ 495) Mısır ve Babil ziyaretlerini vurgulamamız gerekir. Belli ki Aydınlanma projesi, Galileo ile Kilise arasında gerçekleşen tartışmalarda da görüleceği üzere, esasen Batı’nın geçmiş hafızasının ve şuur–dışının biçimlenmesinde rol almış karanlık pagan güçlerden ayıklanarak temizlenmesini amaçlamış, fakat Yahudi filozoflar ve bilhassa Freud’un Batılılık kimliğinin anamnesik süreçlerine işaret eden Psikanalizi dolayısıyla tekrar geçmiş hafızasının arkaik karanlığına gömülmüştür.
5 Rıdvan Şentürk, Eleştirel Teorinin Eleştirisi, Kesit Yayınları, İstanbul: 2013.