İsrailli savunma bakanı Gazze saldırılarından önce “İnsansı hayvanlarla savaşıyoruz” diye bir açıklama yaptı. Bunu söylerken aslında insan haysiyetini askıya alacağını; gelenekler, dinler, uluslararası sözleşmeler savaşta neyi aşırılık görüyor, suç sayıyor ve yasaklıyorsa onları yapacağını ama bu eylemlerinden sorumlu tutulmaması gerektiğini bilinç altımıza işlemeye çalışıyordu. Ancak sivil halkın öldürülmesi, kamu ve kişilerin mallarının yağmalanması, şehirlerin yakılıp yıkılması, beyaz bayrak kaldıranların kurşunlanması, sivillerin kalkan olarak kullanılması; askerî hedef olmayan din, eğitim, sanat, bilim ya da hayır amaçlarıyla kullanılan binalara, tarihî anıtlara ve hastanelere saldırılması; işgal edilen topraklara yabancı yerleşimcilerin dolaylı veya doğrudan transfer edilmesi; işgal edilen toprakların nüfusunun göç ettirilmesi, tarım arazilerinin yakılması; kişinin lehine olmayan tıbbî deneylere maruz bırakılması veya organ ticareti… Kısaca uluslararası hukukta ne ki savaş suçu, soykırım ve insanlığa karşı işlenen suçlardan sayılmışsa İsrail’in bunları adım adım gerçekleştirdiğini görüyoruz. Hafızamızı yokladığımızda on yıllar boyunca bunların her birine ait fotoğraflar zihnimizde canlı bir şekilde duruyor. İsrailli bakan ise “insansı hayvanlar”la savaştığını söyleyerek müsterih olmamızı istiyor. Ancak yüzyıldır süren talan, savaş ve işgal bize şunu göstermiştir: Bu söylem, Limon Ağacı filminin bir sekansında gösterildiği üzere sadece limonu, zeytini ve hukuku değil insanı da kurutan bir arzudur. Bu söylemin inşa ettiği İsrail de çölü yeşerttiği ve çöle hayat verdiği efsanesini yayan ama insan hayatını kurutan şeytanî bir arzudur.
Savunma bakanı “insansı hayvanlar” ifadesiyle sadece kendi anlayışını ortaya koymuyor aynı zamanda Batı’nın muhayyilesini de harekete geçirerek kendi zulmüne destek arıyor. Çünkü Edward Said’in betimlediği üzere Batı’nın muhayyilesinde, başkaları ve ötekiler olarak Doğulular/Ortadoğulular kendisinden daha aşağı, barbar, suçlu ve ilksel ırklar iken Aryan ırkına mensup kendisi ise kelimenin kök anlamında içerildiği haliyle asil ve onurlu, yönetme hakkı ve becerisine sahiptir.
***
Batı muhayyilesinin sadece Müslümanlar hakkında değil Yahudiler hakkında da benzer fikirlerle dolu olduğu söylenebilir. Yahudi cemaati orta çağ boyunca İngiltere, Fransa, İspanya ve Portekiz’den sürgün edilmiştir. Avrupa’da Yahudi meselesi aydınlanmanın eşitlikçi karakteri sebebiyle bir yumuşama göstermişse de milliyetçi söylem sebebiyle 19. yüzyıl boyunca yeniden güçlü bir şekilde ortaya çıkmıştır. Avrupa’nın tarihsel tecrübesi Yahudilerin Hıristiyanlaşmasının veya asimilasyonun gerçekleşmeyeceğini gösterdiğinden meselenin yeni çözümü öldürme veya fizikî restorasyon (sürgün) olarak belirlenmiştir. Yahudi nefreti sebebiyle on dokuzuncu yüzyıl boyunca Avrupa ve Rusya’dan Amerika kıtasına ve Osmanlı topraklarına bir milyona yakın Yahudi göç etmiştir.
Siyonizm, bu şartlar içerisinde 19. yüzyılın sonlarında Yahudiler için Filistin’i yurt edinme fikri üzerine kurulu milliyetçi bir ideoloji olarak ortaya çıkmıştır. Siyonizm, bu karakteriyle hem milliyetçi Yahudiler hem Avrupa için oldukça işlevsel olmuştur. Avrupa, Siyonizm sayesinde Yahudilerden arınırken İslam dünyasına da müdahale aracı olarak kullanabileceği bir sorun ihraç etmiş; Siyonist Yahudiler ise bu ihraçla vadedilen toprakların bir kısmına kavuşmuşlardır. Siyonizm, Avrupa’nın dinî arka plana sahip muhayyilesini harekete geçirebildiği için başarmıştır. Nitekim Siyonistlerin “toprağı olmayan bir halkın, halkı olmayan bir toprakla buluşturulması” sloganı Balfour deklarasyonunda tekrar edilmiştir. Deklarasyon bir yandan “Filistin’de mevcut, Yahudi olmayan topluluklar” ifadesiyle, Filistin’i kimliksizlerin yaşadığı boş toprak olarak tanımlarken öte yandan “Yahudi halkı için ulusal bir yurt” ifadesiyle de dinî cemaat olan Yahudiliği, bu sefer yurt olarak tanımlanan Filistin’de milliyetçilik temelinde bir ulus olarak inşa etmekten bahseder. Batı’nın muhayyilesinde ve pratiğinde, Avrupa topraklarında nefret edilen Yahudiler, yerleştirildikleri ve işgal ettikleri Filistin’de sevilen Yahudiler haline dönüşmüştür. Jijek Avrupa’nın Yahudilere bakışını Norveç’teki ırkçı saldırının fâili Breivik’in düşüncesinin analiziyle açığa çıkarır: Breivik ırkçı ve göçmen karşıtı olduğu için Yahudi karşıtıdır ama sonuna kadar İsrail yanlısıdır. Bu ona göre bir paradoks değildir. Çünkü İsrail Devleti, Yahudileri Avrupa’dan uzak tuttuğu gibi, Batı’nın bir başka ötekisi Müslümanların yayılmasına karşı da ilk savunma hattıdır. Hatta Breivik, Kudüs Tapınağının yeniden inşa edilmesini görmek istiyor; Avrupa topraklarında –öldürüldükleri veya göç ettirildikleri için– şimdilik bir Yahudi sorunu görmüyorsa da Amerika için ciddi bir Yahudi sorunu bulunduğunu belirtiyor.
Avrupa’yı Yahudilerden arındırma projesi, Sultan II. Abdülhamid’e teklif edilen Siyonist projelerde de kendini gösterir. Sultan, Yahudi sorununun Filistin’e ihraç edilmesinin, Avrupa devletleri tarafından Osmanlı’ya bir müdahale aracı olarak kullanılacağını öngörmüş, bunu önlemek için idarî ve hukukî tedbirler almışsa da uzun vadede bu tedbirler başarısız olmuştur. Sonuçta Avrupa’nın Yahudi meselesi, Müslümanların bir meselesine dönüşecek şekilde Osmanlı bakiyesi olan topraklara ihraç edilmiştir.
***
Klasik İslam psikolojisine göre insan hiçbir ananevî, dinî veya hukukî irtibata sahip olmasa bile “er–rikkatü’l–cinsiyye” diye ifade edebileceğimiz beşer düzeyinde bir empatiye sahiptir. Çünkü insan kendisini başkasının yerine koyar, başkasına ilişen musibetin kendi başına da gelebileceğini görür ve bundan acı duyar; elinden gelirse o başkasına merhamet duyar, yardım eder, hiç olmazsa dua eder. Ancak er–rikkatü’l–cinsiyye seciyesi ve doğası bozulmamış insanda tezahür eder. Çünkü insana özgü merhamet ve şefkat “kendi insanlığını askıya almış” insandan sadır olmadığı gibi “başkasının insanlığını askıya almış” kimseden de sadır olmaz. Tersinden söylersek yukarıda soykırım ve insanlığa karşı işlenen suçlar kapsamında saydığımız fiiller ya “kendi insanlığını askıya almış” ya da “başkasının insanlığını askıya almış” kimseden sadır olur. Bu nedenle hem savunma bakanının Siyonist bakış açısını izhar eden “insansı hayvanlar” ifadesi, hem de Avrupa’nın tarihsel olarak Yahudileri, güncel olarak Müslümanları hedef alan ve mahkûm eden yargıları insanlığı askıya almanın tipik tezahürleridir. Avrupa’nın ilerlemeci düşüncesinin bir ürünü olan bu meşrulaştırma yöntemi “medenî ve barbar” gibi kelime çiftleriyle her defasında yeniden karşımıza çıkmaktadır.
Osmanlı Devleti, Avrupa’nın arınma seanslarından ve Reconquista’dan kaçan Yahudilere kucak açtığında neyin peşinde ise bugün Gazze’deki zulüm yüzünden gözüne uyku girmeyen insan da aynı şeyin peşindedir. Öyle görünüyor ki insanlar artık İsrail devletinin on yıllardır Filistin’de uyguladığı vahşeti durdurmadan insan onurundan, izzet–i nefsinden, haysiyetinden ve şerefinden bahsetmenin mümkün olmayacağı konusunda hemfikir. İnsanlar dünyanın dört bir yanında, belki de Gazze’den önce, kendi insan olma haysiyetlerini savunmak üzere toplanıyor, konuşuyor ve boykotlar düzenliyorlar. Devletlerin ekonomik ve siyasî çıkar hesapları, stratejileri, ikmal yolları, petrol yatakları vs. onları bağlamıyor; çünkü onlar insanlık haysiyetinin peşindeler.
Ancak insan türü ve insanlık artık zor bir kavşakta. Aktif destekçileriyle İsrail, insanların anti–semitizm korkusuyla insanlık haysiyetine sırt çevirmesini, insan hakları ve eşitlik söyleminin gölgesinde vahşet ve zulme razı olmasını istiyor. İnsanlar ise anti–semitizm günahının kefaretinin insanlık haysiyeti olmadığını, sıkça tekrar edildiği üzere anti–siyonizmin de anti–semitizm olmadığını düşünüyorlar. Yine insanlar Türk, Arap, Hind veya İngiliz sınıflarının insan olmada bir girdisi olmadığını, zulüm söz konusuysa Filistin, Doğu Türkistan, Afrika, İrlanda, Halepçe, Filistin, Amerika veya Yemen’de yaşamanın meseleye bir dahli olmadığını söylüyorlar. Ahlâk sınırları içerisinde insan eyleminin tüm insanlar için temel kurala dönüşmesini, insanlığın yalnızca bir araç değil, her zaman bir amaç olarak alınmasını istiyorlar. Fakat bir sorun var. Çağımızda insana ait pratikler, İsrailli bakanın söylemi, Batı’nın ötekilere dair muhayyilesi, özellikle Gazze zulmü ve bu zulme sessiz kalan başka bir grup insanın varlığı insanlık haysiyetine dair söylemin naifliğini açığa çıkarıyor. Her gün yüzlerce kere önümüze düşürülen çocukların görüntüleri vicdan denen o muhayyel yerde duygu olarak kalıp bir yargıya ve evrensel bir ahlâk yasasına dönüşmediğine göre insanlığın göründüğü bir ayna var mıdır? Çünkü aynaya bakınca her defasında şu soruyla yüz yüze kalıyoruz: Gerçekten de “içimizdeki ahlâk yasası” var mı ve hâlâ ruhumuzu hayrette bırakıyor mu?