“İsrail Sorunu”na Sinematografik Bakabilmek
“2008 yılının son günleriydi. İsrail, Gazze’yi vurdu. Yirmi iki günlük yoğun bir askeri operasyonun sonunda ortaya çıkan tablo korkunçtu. Çoğunluğunu sivillerin oluşturduğu 1417 savunmasız Filistinli acımasızca katledildi. Her ne kadar bu operasyon kayıtlara ‘Gazze Savaşı’ olarak geçtiyse de teknik anlamda bu bir savaş olamazdı. Bir fanus akvaryumda balık tutmak ne kadar avlanmaksa, ‘Gazze Savaşı’ da ancak o kadar savaştı. Zira dünyanın en güçlü istihbarat teşkilatına ve sayılı ordularından birine sahip, kişi başı gelirin 37 bin doları bulduğu, dünyanın süper devletlerini ve devlet–dışı siyasî aktörlerini kendi arzusu istikametinde tavır almaya zorlayacak kadar güçlü ve karmaşık bir ilişkiler ağına sahip nükleer bir İsrail devleti, en iyi ihtimalle büyük bir köy olarak nitelendirilebilecek, 1.7 milyon insanın 360 km2’de, asgari standartların dahi altındaki şartlarda hayatta kalmaya çalıştığı, karadan ve denizden giriş ve çıkışın ya tamamen kapalı ya da son derece kısıtlı olduğu, büyük ölçüde İsrail’in kontrolü altındaki bir açık–hava hapishanesine en gelişmiş silahlarla bomba ve ölüm yağdırıyordu. İsrail’in bu vahşi eylemi bütün dünya toplumlarında doğal olarak büyük bir infiale neden oldu. En güçlü tepkiyi ise siyasetiyle ve toplumuyla Türkiye verdi. Geniş katılımlı protesto eylemleri yapıldı. Gözyaşları döküldü, içli dualar edildi. Gıyabi cenaze namazları kılındı. İmzalar toplandı. İsrail’e lanetler okundu. İsrail’e destek verdiği söylenen markalara boykot çağrıları yapıldı. Neredeyse hiçbir hususta bir araya gelemeyen Meclis’teki siyasal partiler ortak bir kınama metni yayınladı. Dışişleri Bakanlığı büyük bir diplomatik seferberlik başlattı. Nihayet, BM Güvenlik Konseyi, İsrail’i eylemlerine hemen son vermeye ve geri çekilmeye çağıran 1860 sayılı kararını yayınladı. Tabii ki, ABD karara katılmamıştı. İsrail ise, uluslararası hukuku ve yükümlülüklerini göz ardı ederek, bu kararı ve dünya genelindeki insânî tepkileri hiçe saydı. Operasyonu planladığı gibi sürdürdü ve kendince hedeflerine ulaştığını düşündüğü bir noktada yine tamamen kendi iradesiyle sona erdirdi.
Ne var ki bu, İsrail’in savunmasız Gazze halkına yönelik ilk insanlık–dışı eylemi değildi. 2004’te (iki kere), 2006’da (iki kere), 2008’in başında ve 2012’de aynı şekilde Gazze’ye saldırdı. Her defasında yüzlerce masum ve savunmasız sivil Filistinli hayatını kaybetti. Yine her defasında dünya kamuoyu ayağa kalktı. Protesto eylemleri ve yürüyüşler düzenlendi. Birleşmiş Milletler, ABD’nin ya katılmadığı ya da veto ettiği, pek çok karar aldı. Ve yine İsrail hiçbir tepkiye kulak asmadı. Bildiğini okudu. Her defasında operasyonunu planladığı gibi sürdürdü ve kendi istediği bir zamanda sonlandırdı. Dünya kamuoyu İsrail’in Gazze halkına yönelik gaddarlıklarına bir türlü alışamamış olsa da, İsrail kendisine yönelik tepkilere çoktan alışmıştı. Zira İsrail için olan biten basit bir rutinden ibaretti. Nasıl olsa, fiziksel güç kullanarak İsrail’in operasyonlarını durdurabilecek ya da yaptıklarından dolayı onu cezalandırabilecek bir babayiğit yoktu. Protesto eylemleri, yürüyüşler, imza kampanyaları, televizyon programları, boykotlar ya da kınama metinleri ise saman alevi gibi bir kaç hafta içinde sönümlenecek, zaten yeterince yoğun olan gündemin de etkisiyle, her şey ve herkes neredeyse hiçbir şey olmamış gibi eski haline dönecekti. Gazze’de sürüp giden zulüm ise bir sonraki saldırganlığa kadar unutulup gidecekti. Tabii ki, bu ara dönemde İsrail, profesyonelce planlanmış reklam ve algı–yönetimi teknikleriyle zedelenen imajını tamir edebilecek, derecesi düşürülen diplomatik temsilciliklerini eski durumuna yükseltecek, özellikle Batılı ülkelerin kamuoyları nezdinde “normal” bir ülke ve devletmiş gibi var olmaya devam edecekti. Müslüman toplumlar nezdinde İsrail’in bu ölçüde normalleşmesi pek mümkün olmasa da, İsrail kendisine sempati duymayan ama fiilen de kendisine karşı etkili bir şey yapamayan, bir kamuoyu ile pekâlâ yaşayabilirdi.
Şimdi ise geleceğe dönüşü yaşadığımız günlerden geçiyoruz. İsrail 2014’ün Ramazanında Gazze’yi yine vuruyor. Değişen hiçbir şey yok. Bombalar altında katledilen masum çocukların ölü bedenleri ve ana–babaların feryatları yürekleri dağlıyor. Vicdanı olan herkes infial halinde. Protestolar, yürüyüşler, sloganlar, boykot çağrıları, kınamalar, diplomatik çabalar, muhtemelen yeni bir BM kararı ve tabii ki yeni bir ABD vetosu... Sonuçta, işini bitirene kadar hiçbir tepkiye ve çağrıya kulak asmayacak olan mağrur ve küstah bir İsrail. Sonrası malum. Bomba sesleri susunca yüreklerde yanan bu alev de yavaş yavaş sönecek. İnsanlar işlerine geri dönecek. Dünya ve bölge kamuoyunu yeni gündemler meşgul etmeye devam edecek. Gazze halkı ise ölülerini gömüp, yaralarını sarıp, yoksunluk ve yoksulluk içinde sessizce İsrail’in bir sonraki saldırganlığını bekleyecek.”
Bundan tam on yıl önce, 2014 yılında kaleme aldığım “Gazze İçin Elden Başka Ne Gelir?” başlıklı yazımdan1 bu uzun alıntıyı yapmamın nedeni, 2005 yılında İsrail askerlerinin çekilerek Gazze’yi Filistinlilerin “kontrolüne” bırakmasından günümüze değin Gazze halkının maruz kaldığı sürekli ve sistematik soykırımın, küresel düzeyde buna verilen tepkilerin ve neticelerinin sinematografik bir akışını sunabilmek. (Aslında bu hazin hikâyenin yüz binlerce Filistinli sivilin zorla yurtlarından çıkarılarak Gazze’ye sürgün edildiği, bununla birlikte İsrail’in taciz ve baskılarının sona ermediği 1948 yılına kadar geri giden bir arka planı var; ama şimdilik dikkatimizi 2000’lere yoğunlaştıralım.) Zira bir fotoğraf kesiti üzerinden okunduğunda, her defasında İsrail, Gazze’ye sanki ilk defa ve hususi bir meşru nedenle saldırıyormuş gibi bir algının küresel ölçekte pompalandığı bir ortamda, “İsrail Sorunu”nun gerçek mahiyeti ancak “durum” analizine karşı “süreç” analizini davet eden böyle sinematografik bir bakışla anlaşılabilir. Nitekim yukarıdaki alıntıda da öngörüldüğü üzere, 2014’teki kanlı operasyonu İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırganlığının son örneği olmadı. Aradaki düşük yoğunluklu saldırıları ve hak ihlallerini bir kenara bırakırsak, yaklaşık yedi yıl sonra, 2021 yılında İsrail, Gazze’yi yeniden bombaladı. 250’nin üzerinde Filistinli hayatını kaybetti; 15.000’in üzerinde konut, 60’a yakın okul ve 20 civarında hastane binası yerle bir oldu. Dünyanın tepkisi ve buna mukabil İsrail’in tavrı ise daha öncekilerden farklı değildi.
İçinden geçtiğimiz şu günlerde ise 2023’ün sonlarında başlamış ve halen devam etmekte olan Gazze’ye yönelik diğer bir İsrail saldırganlığına daha şahit oluyoruz. Dördüncü ayını doldurmak üzere olan bombardımanlarda şu ana değin çoğunluğunu kadınların ve çocukların oluşturduğu (enkaz altında kaldığı düşünülen kayıpları da hesaba kattığımızda) otuz binin üzerinde masum Filistinli sivil hayatını kaybetti. İnsânî yardımlar dâhil her türlü giriş–çıkışın yasaklandığı Gazze’de belki çok daha fazla masum insan yakında açlıktan ve salgın hastalıklardan dolayı ölecek. Süresi, yöntemi ve kapsamı itibarıyla Gazzeliler için öncekilerden kat be kat yıkıcı olan bu saldırı tahmin edilebileceği gibi tüm dünyada büyük bir infiale neden oldu. Müslüman olsun olmasın vicdanî duyarlılık sahibi halklar İsrail’in masum Filistinlilere yönelik bu açık zulmüne sessiz kalmadılar ve imkânları nispetinde seslerini hükümetlerine duyurmaya çalıştılar. ABD dâhil büyük Batılı ülkelerin başkentlerinde bile geniş katılımlı protesto eylemleri tüm olumsuz siyasî şartlara ve soğuk havaya rağmen halen devam etmekte. Ayrıca belki öncekilerden farklı olarak İsrail’in zulmüne karşı özellikle sosyal medya üzerinden yayılan küresel bir insânî duyarlılığın artık yerleşik bir kültüre dönüşmekte olduğu söylenebilir.
Öte yandan halklar nezdinde görülen söz konusu duyarlılığın devletler düzeyinde makes bulduğunu söylemek pek mümkün değil. ABD, İngiltere ve Almanya gibi ülkeler İsrail’e başından itibaren verdikleri siyasî ve askerî desteği açıktan sürdürmekte kararlı görünüyorlar. Fransa gibi ilk başlarda İsrail’in yanında yer almakta bir beis görmeyen Avrupalı ülkeler ise, muhtemelen halklarından yükselen itiraz sesleri nedeniyle, daha mahcup ve çekingen bir tavır takınmış gibiler. İsrail’in Filistinlilere ve özellikle de Gazze’ye yönelik saldırılarını durdurabilecek fiziksel (askeri ve ekonomik) güce sahip olmakla birlikte, söz konusu Batılı ülkelerin halklarının vicdanından ve toplumsal düzenlerini üzerine inşa ettikleri “evrensel insan hakları” felsefesinden ayrışarak İsrail’in yanında yer almaları “İsrail/Yahudi Lobisi”nin bu ülkelerdeki etkinliğine bağlanabilir. Nitekim özellikle mevcut uluslararası düzenin başat aktörü olan ABD’nin Orta Doğu’ya yönelik dış politikası uzunca bir süredir neredeyse tamamen oradaki İsrail Lobisi’nin arzu ve yönlendirmesine tâbi olarak belirleniyor. İster Demokrat olsun ister Cumhuriyetçi, ABD’deki hiçbir hükümet daha ziyade finans ve bankacılıkla medya sektörlerine hâkim olan İsrail Lobisi’ne direnebilecek bir güce sahip değil.2 Ayrıca ABD’den yıllık yaklaşık 4 milyar dolarlık askerî yardım alan İsrail’in ABD’yle ticaret hacmi yıllık 50 milyar doları buluyor. ABD’nin İsrail’e siyasî desteği ise çok daha kritik bir rol oynuyor. BM Güvenlik Konseyi’nin daimî üyelerinden biri olan ABD’nin veto yetkisini kullanarak şu ana dek engellediği İsrail aleyhine alınmış Genel Kurul Kararı sayısı neredeyse 50’ye dayandı3 ki bunların sonuncusu 8 Aralık 2023 tarihinde ABD’nin vetosuna takılan BM Genel Kurulu’ndaki 90 üye ülkenin kabul ettiği “Acil İnsani Ateşkes” çağrısı idi.4 İsrail Lobisi’nin bu düzeyde olmasa da doğrudan veya ABD hükümeti üzerinden diğer büyük Batılı başkentlerinde de etkin olduğunu söylemeye bile gerek yok. Dolayısıyla “liberal demokrat” bir dünya görüşüne ve siyasal rejime sahip başta ABD olmak üzere ileri gelen Batılı ülkelerin her defasında İsrail’in hak ve hukuk ihlallerinin yayında yer almaları kabul edilebilir olmasa da anlaşılır bir durum.
Müslüman Devletler İsrail’i Neden Durduramıyor?
Asıl izaha muhtaç olan ise Müslüman ülkelerin İsrail’in Filistin halkına yönelik uzun vadeli ve sistematik soykırımına karşı dişe dokunur bir tavır sergile(ye)memeleri. Gazze’de halk açlık ve susuzluktan kırılırken, hastanelerde yer kalmamışken, en basit ilaçlar bile tükenmişken ve anestezi ilaçları kalmadığı için ağır cerrahi müdahaleler dahi insanlar uyutulmadan yapılırken, kısacası Gazze’de tam mânâsıyla bir insânî dram yaşanırken Mısır Refah sınır kapısından insânî yardımların geçişine bile izin vermiyor. 1969 yılında İsrail’in Mescid–i Aksa’ya yönelik saldırılarının akabinde ve bu saldırılara cevap vermek üzere kurulmuş, yani varlık sebebi bizatihi İsrail’in Filistin topraklarını haksız işgaline ve zulmüne karşı koymak olan İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT), İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırılarının başlamasından haftalar sonra ancak toplanabildi ve İsrail’in insan haklarını ve uluslararası hukuku yok sayan siyasî ve askerî eylemlerini “en sert” şekilde kınamaktan öte bir adım atamadı. İİT zirvesinde İsrail’e karşı geniş çaplı bir ambargo çağrısı ise Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Fas ve Bahreyn’in vetosuyla karşılıksız kaldı. 57 üyesiyle BM’den sonraki en büyük ikinci uluslararası örgüt olan ve kurucu metninde ifade edildiği üzere “Müslüman dünyanın kolektif sesi” olarak vücut bulan İİT, 2021 ve 2014 yıllarında da olağanüstü olarak toplanmıştı ve aynı şekilde İsrail’i kınamaktan ve uluslararası toplumu karşı adım atmaya çağırmaktan başka bir şey yapmamıştı.
Hatta “soykırım suçları işlediği” gerekçesiyle İsrail’i Uluslararası Adalet Divanı’nda dava etmeye cüret edebilen tek ülke Güney Afrika oldu. Müslüman ülkelerin hiçbiri ne Güney Afrika’nın yanında davaya müdahil olabildi ne de diğer bir adalet platformu olan Uluslararası Suçlar Mahkemesi’nde sorumlular aleyhinde ayrı bir dava açabildi. Sadece, “Güney Afrika’nın ‘Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’ kapsamındaki yükümlülüklerin ihlaline ilişkin İsrail aleyhine UAD’ye yaptığı başvuruyu memnuniyetle karşılayan Türkiye”,5 mahkemede soykırımın delili olarak sunulmak üzere Fadi Alwahidi’nin Anadolu Ajansı adına Gazze’de çekmiş olduğu fotoğrafları sağladı.6
Müslüman Ülkelerin Reel–Politik Açmazı
Müslüman ülkelerin bu pasif tutumu, kısmen tıpkı İsrail Lobisi’nin büyük Batılı ülkeler üzerindeki etkisi gibi, kabul edilebilir olmasa da reel–politik gerekçelerle izah edilebilir. Zira Müslüman toplumlara sahip olmanın yanı sıra ve hatta ötesinde bu ülkeler Westfalya Uluslararası Sistemi’ne üye “egemen” aktörler ve sistemin “anarşik” yapısının mantığına göre hareket ediyorlar. Bir kere bu ülkelerin hemen hepsi, ekonomik sistemlerinin yapısal zaafından dolayı uzun zamandır derin bir ekonomik krizle mücadele ediyorlar ve kendi iç dinamikleriyle çözemedikleri bu krizi atlatabilmek için uluslararası finans çevrelerinin ve zengin rantçı (rentier) devletlerin “yardımına” veya “iş birliğine” muhtaçlar. Ne var ki söz konusu finans çevreleri ve rantçı devletler doğrudan veya dolaylı olarak küresel İsrail Lobisi’nin etkisi, hatta kontrolü altında. Bu da bir yandan İsrail taraftarı uluslararası aktörlerin ellerindeki baskı araçlarının gücünü artırırken, diğer yandan İsrail’in saldırganlığına karşı Müslüman ülkelerin elini kolunu bağlıyor.
Ekonomiden tamamen ayrıştırılması mümkün olmasa da Müslüman ülkelerin hareket imkânlarını kısıtlayan diğer bir etmen de yine aynı uluslararası sistemin parametreleriyle şekillenen siyasal ilişkiler. Nitekim İsrail’e karşı etkili adım atmasını beklediğimiz ve İİT’nin önde gelen ülkelerinin hemen hepsi derin bir güvenlik sorunuyla karşı karşıya. Soğuk Savaş’ın çift kutuplu denklemine göre şekillenmiş olan Orta Doğu siyasal sistemi, daha Soğuk Savaş sonrası dünyaya tam olarak adapte olamamışken patlak veren “Arap Baharı” ile birlikte bölgeye sürekli istikrarsızlık salgılayan derin bir kaos yaşıyor. ABD tarafından işgalinden sonra fiilen üçe bölünmüş olan Irak’ın yeniden normal bir devlet olacağına dair umutlar tükenmiş durumda. Libya, Suriye ve Yemen’de iç–savaşlar halen devam ediyor. Bu da jeo–ekonomik açıdan kritik bir önem taşıyan bölgeye yabancı aktörlerin ilgilerini artırmakla kalmıyor, müdahalelerini de kolaylaştırıyor. Mısır’da askerî darbenin siyasî ve ekonomik sonuçları her an yeni bir iç kargaşayı tetikleyebilir. Siyasî olarak zaten bıçak sırtında olan ve bir süredir de derin bir ekonomik kriz yaşayan Lübnan’da Hariri suikastından beri taşlar yerine oturmuş değil. Tunus’ta ise Arap Baharı’nın sebep olduğu deprem sürüyor.
Siyasal açıdan son yıllarda bölgenin üzerine çöken en büyük karabulut ise Şiî–Sünni gerilimi. ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra bölgedeki etkinliğini giderek artıran ve içeride yaşadığı toplumsal ve siyasal sorunlarıyla baş edebilmek için dışarıdaki faaliyetlerine hız veren İran, özellikle Körfez’deki Sünnî ülkeler tarafından büyük bir tehdit olarak algılanıyor. Bu ülkelerin başında ise topraklarında hatırı sayılır bir Şiî azınlığı barındıran Suudi Arabistan geliyor. Suudi Arabistan gerek Arap dünyasındaki konumu gerekse de sağladığı maddî katkı nedeniyle İİT’nin de en etkin ülkesi olarak görülüyor. Bununla birlikte aynı Suudi Arabistan İİT’nin diğer bir büyük ülkesi olan İran’ı kendisi için varoluşsal bir tehdit olarak tanımlıyor. Körfez’de Türkiye ve İran’la ilişkileri daha kuvvetli olan Katar’ı izole etme çabaları sonuçsuz kalan ve Suriye’nin ardından Yemen’de İran destekli Husilere karşı da başarısız olan Suudi Arabistan güvenliğini yeni bir ittifak sisteminde arıyor. Bu sistemin mihver ülkeleri ise İran’a karşı açık bir düşmanlık içerisinde olan ABD ve İsrail. ABD’nin bir numaralı silah müşterisi olan Suudi Arabistan’ın ABD’yle ilişkisi öteden beri çok kuvvetli idiyse de 11 Eylül olaylarından beri bu ilişki, inişli çıkışlı bir seyir izliyordu. Ancak Suudi Arabistan için asıl yeni ve şaşırtıcı olansa İsrail’le normalleşme çabaları. Zira ulusal kimliğini ve bölgesel dış politikasını büyük ölçüde İsrail karşıtlığı üzerine inşa etmiş olan Suudi Arabistan bu konuda Arap dünyasına liderlik eden bir ülkeydi.
Öte yandan İsrail’le ilişkileri geliştirme noktasında Suudi Arabistan nispeten daha yavaş olsa da yalnız değil. Nitekim 1979’da Mısır’la başlayan ve 1994’te Ürdün’le devam eden Arap ülkelerinin İsrail’le normalleşme girişimleri son yıllarda büyük bir ivme kazandı. Bu süreçteki en önemli gelişmelerden biri Birleşik Arap Emirlikleri ile İsrail arasındaki normalleşmeyi ve hatta bunun da ötesinde yakınlaşmayı sağlayan 2020 tarihli İbrahim (Abraham) Anlaşmaları oldu. BAE’yi aynı yıl Bahreyn, Sudan ve Fas takip etti. Şu ana kadar İsrail’in bir devlet olarak varlığını tanımamış olan Suudi Arabistan’ın ise uzunca bir süredir perde gerisinde İsrail’le gizli görüşmeler yürüttüğü biliniyordu.
İsrail açısından tarihsel bir zafer anlamına gelebilecek bu koalisyon bir açıdan, İran’ın yanı sıra, Türkiye ve Katar’a karşı da atılmış bir adım olarak okunabilir. Nitekim Ağustos 2020’de Mossad Başkanı Yossi Cohen, Mısırlı, BAE’li ve Suudi Arabistanlı mevkidaşlarına Türkiye’nin bölgesel barışa nasıl büyük bir tehdit oluşturduğunu, hatta bu konuda İran’dan daha tehlikeli görülmesi gerektiğini söylemekte bir beis görmemişti.7 Türkiye’nin 2000’li yıllardan itibaren Orta Doğu’ya yönelik aktif dış politikası bölgedeki bazı yerleşik menfaat ağlarını zaten rahatsız etmekteydi. Buna bir de bozulan ikili ilişkileri (Mavi Marmara olayı nedeniyle İsrail’le, askerî darbe nedeniyle Mısır’la, Gezi olayları nedeniyle BAE’yle ve Kaşıkçı suikastı nedeniyle de Suudi Arabistan’la) ekleyince Türkiye söz konusu yeni koalisyonun doğal bir hasmı haline geliyordu. Ancak son zamanlarda Türkiye, tüm bu ülkelerle ilişkilerini yeniden düzeltme yoluna gitti. Hatta 2022 yılı itibarıyla Türkiye, İsrail’le bile diplomatik ilişkilerini tekrar büyükelçilik düzeyine çıkararak tamamen normalleştirmişti. Dolayısıyla bölgede dış politika hamleleri halen tereddütle izleniyor olsa da Türkiye’nin en azından şu an için söz konusu yeni koalisyonun hasmı olduğunu iddia etmek yanlış olur.
İşte Hamas’ın 7 Ekim 2023’teki Aksa Tufanı operasyonu ve ardından İsrail’in Gazzeli Filistinlilere yönelik soykırımı böyle kritik bir dönemde vuku buldu ve Orta Doğu’da gelişmekte olan sürecin tam ortasına bir bomba gibi düştü. Bu durumda söz konusu gidişatın nasıl bir seyir takip edeceğini hep birlikte bekleyip göreceğiz. Ama sorumuza geri dönersek eğer, bu jeopolitik arka plan göz önüne alındığında gerek tek tek gerekse de İİT’de toplu olarak Müslüman ülkelerin İsrail’in saldırganlığına karşı şu ana değin etkin bir adım atamamış olmaları kulağa pek şaşırtıcı gelmiyor.
Zayıflığın Kök–Nedeni: Meşruiyet Krizi
Bununla birlikte bu reel–politik çözümleme Orta Doğu’daki son gelişmeleri açıklamakta faydalı bir enstrüman olsa da daha geniş bir perspektiften bakıldığında buzdağının sadece su üstündeki görünen yüzü olarak algılanmalı. Zira Orta Doğu’daki özellikle Arap devletlerinin İsrail konusunda halklarından kopuk ve hatta onların hilafına bir dış politika izlemeleri ABD ve onunla birlikte hareket eden diğer Batılı devletlerin tavrından daha farklı ve derin bir nedene dayanıyor. Girişteki alıntıda ifade edilen ve öznesi Müslüman devletler olan uzun vadeli başarısızlığın ardında da aslında bu fark yatıyor. Özellikle Orta Doğu’ya yönelik dış politikasında İsrail Lobisi’nin etkisi altında olsalar da büyük Batılı devletlerin hepsi demokratik ve büyük ölçüde meşru siyasal sistemlerle yönetiliyorlar. Yani bu ülkelerde halklar genel olarak yönetildikleri sistemden memnunlar. Dolayısıyla, son derece problemli olan Orta Doğu politikaları bu ülkeler için, en azından şimdilik, toplumsal düzeyde bir varoluşsal krize dönüşmüyor.
Öte yandan yukarıda jeopolitik durumları ve stratejik tercihleri özetlenen Müslüman–Arap devletlerinin siyasal gerçeklikleri ile toplumsal gerçeklikleri arasında kapatılamaz bir uçurum mevcut. Ne devletler halklarına güveniyor ne de halklar devletlerini veya siyasal sistemlerini benimsiyor. Devletler ile halkları arasında normalde olması gereken geçişkenlik yok denecek kadar az. Bu karşılıklı güvensizlik de bir yandan otoriter ve kapalı siyasal sistemlere, diğer yandan da toplumsal düzeyde büyük bir varoluşsal krize neden oluyor. Özellikle Arap Baharı sürecinde otoriter Arap devletleri için kendi halklarının İsrail’den veya bölgeye işgalci olarak gelen diğer büyük devletlerden daha büyük bir “tehdit” oluşturduğu, ya da en azından devletlerin halklarını böyle algıladıkları anlaşılıyor. Zaten İsrail’le normalleşme çabalarının Arap Baharı’yla yeni bir ivme kazanması da ancak bu şekilde açıklanabilir.
Ancak “halk” bizatihi değil, potansiyel bir tehdittir. Zira ancak kolektif eylem kabiliyeti kazandığında “halk” bir tehdide dönüşebilir. Otoriter Arap ülkelerinde devlete karşı halkı anlamlı bir bütün haline getirecek ve memnuniyetsiz kitlelerin belirli bir istikamette birlikte hareket etmesini mümkün kılacak en etkin ideolojik aracın ise “İslamcılık” olduğu görülüyor. Mübarek’in devrilmesinden sonra Mısır’da yapılan ilk özgür seçimlerde İhvancı bir hükümetin iktidara gelmesi de bunu teyit ediyor. Bu nedenle kendilerini Müslüman olarak tanımlamalarına rağmen söz konusu devletler bir süredir en çok da “İslamcılık”tan ve onun bedenlenmesi olarak görülen Hamas ve İhvan gibi hareketlerden çekiniyorlar. Bu tehdide karşı da kapalı kapılar ardında gerek İsrail’le gerekse de diğer büyük güçlerle kirli pazarlıklar ve iş birlikleri yapabiliyorlar. Nitekim İİT’nin olağanüstü liderler zirvesinin hemen akabinde Amerikan medyasına verdiği bir mülakatta Netanyahu’nun Arap liderlerine yönelik olarak “çıkarınızı korumak istiyorsanız sessiz kalın” şeklindeki tehdidi8 bahsi geçen devletlerin perde arkasındaki kirli ilişkilerine işaret ediyor.
Kısacası, özellikle Müslüman Arap devletlerinin İsrail’in Filistin halkına yönelik olarak yürüttüğü soykırıma karşı etkisiz kalmaları kısmen reel–politik gerekçelerle izah edilebilirse de bu husustaki kök nedenin derin bir meşruiyet krizi olduğu söylenebilir. Bu meşruiyet krizinin de ilgili ülkelerde katılımcı ve şeffaf siyasal sistemlerin kuruluşuna değin süreceği öngörülebilir. Ancak o noktadan sonra devletlerin politikaları halklarının hissiyatını ve tercihlerini yansıtabilecek ve İsrail gibi ülkelerin saldırganlıklarına “Dur!” denebilecektir.
1 “Gazze için elden başka ne gelir?”
tevhidhaber.com sitesi içinde kısa link: t.ly/rDrnv
Erişim tarihi: 5 Şubat 2024.
2 John J. Mearsheimer ve Stephen M. Walt, İsrail Lobisi ve Amerikan Dış Politikası, çev. Hasan Kösebalaban (İstanbul: Küre Yayınları, 2009), 4–8.
3 Al Jazeera, “Israel War on Gaza” (Erişim 26 Ekim 2023).
4 United Nations, “Global perspective Human stories” (Erişim 8 Aralık 2023).
5 Anadolu Ajansı, “Dışişleri, Güney Afrika’nın İsrail aleyhine Uluslararası Adalet Divanı’na yaptığı başvurudan memnun” (Erişim 3 Ocak 2024).
6 Anadolu Ajansı, “AA fotoğrafları İsrail’in soykırımla suçlandığı Uluslararası Adalet Divanı’ndaki duruşmada kanıt olarak sunuldu” (Erişim 12 Ocak 2024).
7 Mossad thinks Turkey is a bigger menace than Iran (thetimes.co.uk).
8 TRT Haber, “Netanyahu’dan Arap liderlere tehdit” (Erişim 13 Aralık.2023).