Birkaç aydır İsrail’in Gazze’yi işgali ve hiçbir değer ve otorite tanımadan Filistinlileri katletmesini canlı yayından izliyoruz. Neredeyse dünyanın her yerinde kalabalık bir kitle bu durumdan rahatsızlığını şu veya bu şekilde dile getiren konuşmalar, gösteriler ve etkinlikler yaparak İsrail’in zulmünü telin ediyor. Hayasızca devam eden bu katliam hakkındaki tüm konuşmalar, hepimizin gözü önünde cereyan eden bir katliam yaşandığıyla başlıyor ve çok geniş bir yelpazeye yayılan tahlil türleriyle devam ediyor. Tahlillerin hangisinin doğru olduğunu anlamak da epeyce güç. Fakat vuku bulan hâdisenin kendisi bütün açıklama ve tahlilleri ikincilleştirecek kadar insanlık değerlerinden öylesine yoksun ki, konuşanların gerçekte sustuğunu, yapılanların neredeyse hiç yapılmadığını ifşa ediyor. En çok konuşması, eylemesi ve hızlı davranması gereken İslam ülkeleri, mahsule zarar vermemeleri için kuşları ürkütmek amacıyla tarlalara dikilen ama kuşların durumu fark ettiği için ciddiye almadığı korkuluklar gibiler, başsız bir gövde ve ayaksız bir bacak gibi bir kötürümlük içindeler. Fakat bu, iradesizliğin ortaya çıkardığı kurnaz bir kötürümlük hali. Var görünerek yok olmayı becerdikleri vehmiyle arz–ı endam ediyorlar.
Üstelik bu durum yeni de değil. Son yüz küsur yıldır İslam dünyası ve bilhassa içinde yaşadığımız coğrafya büyük güçlerin gayrı insânî heveslerini tatmin ettiği bir tatbikat sahasına döndü. Türlü bahanelerle savaş çıkarıyorlar, demografik yapıları bozuyorlar, ümmetin bir kısım gençlerinin geleceklerini satın alıp onları terörize ediyorlar, milyonlarca insanın can, mal, ırz, din ve nesil güvenliğini yok ederek yerinden edilmesini intaç edecek projeler yapıyorlar. Tüm bu yaptıklarının finansmanını da İslam ülkelerinden sağlamakla yetinmiyor, mutlaka fiilen destek istiyorlar. Müslüman yöneticiler, zayıflığın doğurduğu iradesizlikten olsa gerek hayallerini akıllarının önüne alıp ya akıl almaz şekilde yanlış öngörülerde bulunduklarından proje sahiplerinin piyonlarına dönüşüyorlar ya da öngörülerini bir türlü süreç yönetimine dönüştürme becerisi sergileyemiyorlar. Bu durum, onların kendi imkânlarının farkına varmalarını yahut farkına varsalar da fiili siyasetin hareket noktası haline getirmelerini engelliyor. Böyle bir durumda ne yapmak gerekir?
Kuşkusuz bu soruya muhtelif açılardan çok farklı cevaplar verilebilir. İçinde bulunduğumuz şartlar özetlemeye dahi gerek duymayacak kadar vazıh. Herkesin bildiği gibi, dünya üzerindeki Batı ve Amerika hakimiyeti beş temel ayak üzerine kurulmaktadır: Bilimsel, iktisadî, askerî, siyasî ve kültürel. Bu yazıda mevcut durumu doğuran ve sürdüren hakimiyet alanlarının nasıl aşılabileceğine ve kalıcı bir çözüm üretilebileceğine yönelik tekliflerimi birkaç maddede özetleyeceğim.
1.
Zikredilen hakimiyet alanlarının hangisinin diğerlerini öncelediği epeyce tartışmaya açıktır. Aslına bakılırsa mutlak bir öncelikten bahsetmek mümkün değildir, zira iktisadî kalkınmayı gerçekleştirmeden askerî üstünlükten bahsedilemeyeceği gibi askerî üstünlüğe ulaşmadan iktisadî kalkınmayı bir hakimiyete dönüştürmek mümkün değildir. Yine siyaset, iktisat ve askeriyede hakimiyet temin edebilmek, hiç kuşkusuz bilim ve tekniğin muhtelif sahalarında gelişmeye dayalıdır. Bilimlerdeki gelişmeler ise sürdürülebilir iktisadî desteğe ihtiyaç duyar. Kısaca bu alanlardan herhangi biri diğerlerinden mutlak önceliğe sahip olmadığından eşzamanlı yürüyen bir kalkınma hamlesi yapmak gerekir. Bu durumun sonucu şudur: Kalkınmada öncelikli alanların belirlenmesinde bu alanların tamamı dikkate alınmalı ve planlanmalıdır. Türkiye başta olmak üzere İslam ülkelerinin bilimsel hamleye daha fazla yatırım yapması, her bir alanla ilgili dünyadaki güncel bilgiyi temellük edip aşma becerisine sahip kurumlar inşa etmesi gerekir. Bu amacı, fiilen orta ve yüksek öğretim sisteminin iyileştirilmesiyle karıştırmamalıdır. Mesele, muhtelif alanlarda ileri bilgiyi temsil edecek kurumların bulunmasıdır. Özellikle enstitüler seviyesinde seçilmiş çok az kurumun diğerlerinin gelişim süreçlerinden bağımsız bir şekilde ileri desteklerle geliştirilmesi ve eğitim–öğretim faaliyetlerinden bağımsızlaştırılarak tamamen bilgi üretimine yönlendirilmesi gerekir. Fakat bunun bütün alanlarda yapılması gerekmektedir. Mesele sadece teknoloji değildir, fizik, kimya, matematik gibi alanların yanı sıra tarih, ilahiyat, felsefe, hukuk, iktisat, sosyoloji ve antropoloji gibi alanlar da bu kapsamda değerlendirilmeli ve mutlaka bilgi üretimine yoğunlaşan enstitüler kurulmalıdır. Bu öylesine ivedi bir ihtiyaçtır ki, geciktikçe sömürge hatta gönüllü sömürülme hali devam edecektir. Türkiye’deki üniversiteler bu ihtiyacı karşılayacak durumda değildir. Bunun pek çok sebebi olabilir ama temel noktalardan biri eğitim–öğretim faaliyetinin yeterince üniversiteyi meşgul ederek sadece bilgi üretimine yoğunlaşma imkânı tanımaması ve araştırma için yeterli maddî olanakların sağlanmamasıdır. Üniversitelerin araştırma üniversiteleri şeklinde dönüştürülmesi gibi adımların böylesi bir soruna çözüm olmayacağını söylemeye dahi hacet yoktur. Zira tüm üniversitelere böyle bir imkânın sağlanması hem gereksizdir hem de dünyada hiçbir ülke tarafından finanse edilemez. Araştırma üniversiteleri projesi yeterli finans desteğiyle yapılamadığından isabetli değildir ve ileri hedefler bakımından kendini kandırmaktan başka hiçbir netice veremez. Bu bakımdan her alanda bir veya ihtiyaca göre iki enstitünün çok büyük bütçeyle desteklendiği araştırma enstitüleri projesi geliştirilmelidir.
2.
Modern hegemonyanın ikinci büyük ayağı, iktisattır. İktisadî bağımlılık, finans sisteminin münhasıran ABD kontrolünde olması nedeniyle sürdürülebilmektedir. Bağımsızlık yolunda atılması gereken belki de en önemli adım, alternatif bir finans ve EFT sistemi geliştirmektir. Alternatif derken katılım bankaları ve faizsiz finans sitemleri gibi dünya sistemine entegre olmuş yapıları kastetmiyorum. Mevcut yapıyı bozan ve oyun kuran bir sistem olmadığı sürece iktisadî bağımsızlığa ulaşmak mümkün görünmemektedir. Bu amaçla önce ulusal seviyede tamamen bir devletin kendi resmiyeti içinde denetlenebilen bir alternatif bankacılık sisteminin kurulması gerekir. Bu sistem devletin kontrolünde para transferlerini tamamen ulusal kanallarla gerçekleştirmelidir. Uluslararası transferler için mevcut dünya sistemine entegre olmuş merkez bankaları kullanılmalıdır. Sistemin başarılı olması için ulusaldan uluslararasına geçiş yatırımcılara ilave bir yük getirmeyecek şekilde tesis edilmelidir. Teori ve uygulamada başarılı olması halinde sistemin bölgesel seviyede yaygınlaştırılması için girişimler başlatılmalıdır. Bu sistemin belki de en dikkate değer yönlerinden biri, modern bankacılık sisteminin yatırımcı aleyhine işleyen yönlerinin giderilmesi, paradan para kazanma şartlarının temel değerler lehine düzeltilmesi olmalıdır.
3.
Askerî alanda yapılması gerekenler, belki İslam ülkelerindeki farkındalığın en yüksek olduğu alana tekabül etmektedir. Zira küresel hâkimiyetin bir yönden sebebi bir yönden sonucu, askerî alandaki başarılar, daha açık ifadesiyle silah teknolojisindeki üstünlüktür. Yakın zamanda Azerbaycan – Ermenistan savaşında Türk sihalarının savaşın sonucunu tayin ettiğini olanca açıklığıyla müşahede ettik. Özellikle son yıllarda Türkiye’de bu alanda büyük yatırımlar yapılmakta ve geleceğe dönük umut verici gelişmeler olmaktadır. Fakat şunu kaydetmekte yarar var: Modern dönemde silah teknolojisi korkunç boyutlara ulaştı. Hatta askerî teknoloji, diğer teknolojik gelişmelerin de motor gücü olarak çalışıyor. Silah teknolojisini iki grupta değerlendirmek mümkündür. Birincisi, herhangi bir mücadele kullanılacak silahların üretimidir. İkincisi ise caydırıcı bir unsur olarak elde tutulması gereken ve ancak varlık – yokluk mücadelesinde devreye sokulması düşünülebilen silahların üretimidir. Bu ikinci kapsama girenler açıktır ki nükleer silahlardır. Kendi bölgemizin yahut Müslüman coğrafyanın büyük güçlerin tatbikat alanı olmasını istemiyorsak kesinlikle nükleer silah teknolojisini geliştirmek durumundayız. Türkiye’nin herhangi bir yerinden dünyanın herhangi bir noktası tamamen haritadan silinmekle yahut bütün askerî gücü etkisiz hale getirilmekle tehdit edilemediği sürece kelimenin hakiki anlamıyla bölgesel bir güç olmak dahi mümkün değildir. Fakat bunun devlet ve toplum yapısına zarar vermeden başarılabilmesinin başka birtakım şartları olduğu açıktır. Bu şartların başında siyasî alanda yapılması gerekenler gelmektedir.
4.
Siyasî alanda yapılması gerekenlerin başında rejim ve hukukun sorunlarının giderilmesi gelmektedir. Türkiye’de rejim sorunlarının kısmen çözüldüğü söylenebilir. Halk ile resmî ideoloji arasındaki değer farklılıkları süreç içinde olabildiğince azaltılmıştır. İstikrarlı bir seçim sistemi, halk tarafından kabul görmüş durumdadır. İslam dünyasının pek çok yerinde rejim sorunlarının devam ettiği söylenebilir. Son yüzyılda hem Türkiye’de hem de diğer Müslüman ülkelerde İslâmî hareketler daha çok rejim sorunuyla meşgul oldular. Bunda Batı’dan yapılan rejim transferlerinin İslam dünyasındaki birçok sorunun kaynağında bulunduğu kabulü vardı. Yani halkın temel değerlerinden uzak yönetim anlayışlarının fiilen Batılılar tarafından kurulup desteklendiği ve İslam ülkelerinin kalkınmasını engelleme amacını güttüğü düşünüldü. Kuşkusuz bu düşüncenin bütünüyle yanlış olduğu söylenemez. Fakat kanaatimce İslam dünyasının asıl sorunu, rejimden ziyade hukuk sorunudur. Yaşadığımız coğrafyada Türkiye de dahil hiçbir ülkede adaleti tesis edebileceği umulan bir hukuk düzeni yoktur. Türkiye’deki her kesimden insan, hukuk sorununun artık son derece ivedilik kesbettiğinin farkındadır. Bu sorun, idaredeki ahlâkî düşkünlükleri beslediği gibi vatandaş ahlâkını da günden güne çürütmektedir. Son üç yıldır yaşadığımız iktisadî krizde de bu ahlâkî çürümüşlüğün büyük payı olduğunu sanırım herkes kabul eder. Bu bakımdan hukuk reformunun olabildiğince geniş katılımla acilen hayata geçirilmesi gerekmektedir. Zira hukuk, kamusal ahlâkı tesis edebildiği ölçüde hukuktur.
Siyaset alanında yapılması gereken bir diğer hamle, İslam ülkelerinin kendi imkânlarını seferber etmelerini sağlayacak bir yapının oluşturulmasıdır. Açıkça ifade etmek gerekirse İslam ülkeleri arasında şimdiye kadar oluşturulmuş müesses yapılar, sömürge anlayışının ürünleridir. İslam topraklarının sömürülmesi ve işgale uğramasının mazur gerekçelerini üretmekten yahut duruma seyirci kalmaktan başka başarıları olduğu da söylenemez. İslam Teşkilatı Örgütü gibi müesses yapıların temsil ettiği zihniyetin ve bu zihniyeti temsil eden kadroların yenilendiği farklı kurumsal yapıların inşa edilmesi gerekmektedir.
Mesele İslam dünyasının birliğine gelince özellikle dinî hassasiyeti yüksek veya İslam’ın medenî mirasına duygusal yakınlık duyan insanların aklına hilafet kurumu gelmektedir. Aslına bakılırsa hukukun ilahî kaynağını esas almak ve şerî sorumluluğu kabul etmek anlamıyla halifelik değil ama bir rejim olarak halifelik, Abbâsîlerin görkemli dönemlerinden sonra tarihin hiçbir döneminde hakiki anlamda birleştirici bir kurumsal görev ifa edememiştir. Hilafete dair hüsn–i telakki, önemli ölçüde hesabı verilmemiş kanaatlere dayanır. On sekizinci yüzyıldan itibaren İslam coğrafyasının her bucağı işgal edildiğinde demokrasi veya tiranlık değil, halifelik vardı ama hiçbir soruna kalıcı çözüm getirilemedi. Başta Hilafet merkezi olan Osmanlı olmak üzere Müslüman toplumlar Batı’dan rejim transfer etmek zorunda kaldı. Dolayısıyla İslam dünyasında hali hazırda siyasî iktidarlar yokmuş gibi arkaik rejim tartışmalarıyla siyasî sorunları ele almaktan vazgeçmek ve sahici bir kurumsal ilerleme kaydetmek gerekir. İslam coğrafyası şu veya bu ölçüde güçlü ve zayıf devletlerden oluşmaktadır ve Müslümanlar siyaseten başsız değildir. Başsız kalmış bir İslam toplumu varsayımıyla hareket etmek isabetli olamaz. Müslüman ülkelerin en azından âlimleri, aydınları, sanatkarları ve çeşitli zümrelere mensup uzmanları ölçüsünde yöneticileri de bulunmaktadır. Pek çok alanda olduğu gibi çeşitli engeller nedeniyle imkânlarının tam olarak seferber edilemediği bir Müslüman dünyadan bahsetmek daha isabetlidir. Ayrıca son elli yılda hem Batı eski gücünde değildir hem de Müslüman dünya epeyce mesafe kat etmiştir. Kanaatimce siyaset alanının mottosu, “kendini fark etmek” olmalıdır ve İslam dünyasında gerçek liderlik, insanlara “kendini fark ettirme ve kendi sesini duyurma” başarısını göstermekle yükümlüdür. Kendini fark etmenin tüm alanlarla ilgili olduğu izahtan varestedir fakat içinde yaşadığımız şartlarda belki de en önemlisi, ittifak edildiği takdirde devasa bir yekûna ulaşan iktisadî, askerî ve siyasal güçtür. İttifakın sağlanması için cazibe merkezi oluşturan bir güç bulunması gerekir. Fakat bu gücün aslında belirli bir formu yoktur, fiilen ittifakın unsurlarıyla oluşan bir güç olabilir. Bu türlü ittifakların oluşum süreçlerinde siyaset yapma becerisi öne çıkar yani birileri, oluşacak gücün hayalini, ittifakın taraflarının zihninde inşa etmeyi başarabilmelidir. Bütün bunlar için İslam dünyasında terörün hiçbir türüne izin verilmemeli, terör faaliyetleri tamamıyla ortadan kaldırılmalı ve siyasî sınırlar üzerindeki dokunulmazlık haklarının korunmasına hususen önem verilmelidir.
Ulusların siyasî hakları hususunda ciddi sorunlarımız hâlâ devam etmektedir. Şayet İslam dünyası, siyasî istiklalin bir kudret ve iktidar sorunu olup tabii bir hak olmadığını ama dil, din, düşünce, insanca yaşama özgürlüğünün insanların doğuştan sahip olduğu en temel haklar olduğunu kabul ederek hareket ederse özellikle terör sorunlarının çözümünde Batı’ya rağmen mesafe kat etmek mümkün olacaktır. Daha açık ifadeyle ulusların kendisini yönetme hakkı kabulü, İslam dünyasında terörün alevlendiği çayıra dönüştürüldü. Törer ise işgale zemin oluşturmanın ilk adımıdır. Halbuki yönetme, kadim dönemden beri doğal bir hak değil, askerî ve siyasî güçle kazanılan bir haktır. Eskilerin tabiriyle kahır ve galebe olmadan yönetime gelmek zaten mümkün değildir. Fiilen iktidarın sürdürülmesi ve içtimai ve siyasî faziletlerin gelişmesi hiç kuşkusuz kahır ve galebenin yanı sıra adalete ihtiyaç duyar. Lakin siyasî düzenin inşası ve istiklalin temini için uzun vadede kahır ve galebenin yerine hiçbir şey konulamamaktadır. Bu sebeple kudret bakımından kifayetsiz yönetim talepleri sadece kargaşa çıkarmaya zemin oluşturmaktadır; özgürlükle ve özgürleşmekle hiçbir ilişkisi yoktur. Oysa insanlar can, akıl, mal, nesil, din ve dil güvenliğine insânî bir yaşam sürmek için ihtiyaç duyarlar. Özellikle uzun süredir terör belasıyla uğraşan Türkiye’de bu meselenin derinden kavranması gerekmektedir.
5.
İvedilikle ele alınması gereken sorunlardan biri de iletişim ve bilişim sistemlerinin alternatif inşalarla millileştirilmesidir. Bilginin toplanması, işlenmesi, depolanması ve aktarılmasında kullanılan teknolojiler anlamında bilişim sistemlerinin millileştirilebilmesi için bilginin taşınmasında kullanılan internet ağlarının kademeli bir şekilde yerelleştirilmesi, ardından yerel arama motorları ve sosyal medya programlarının geliştirilmesi, uluslararası anlaşmalarla küresel etkileşimin temin edilmesi elzem görünmektedir. Önce yerel, ardından bölgesel olana doğru ilerlemenin kaydedilmesi hedeflenmelidir. Bu hususta Türkiye’de resmî ve özel kurumlar tarafından kayda değer yatırımlar yapıldığı bilinmektedir fakat meselenin ivedilik derecesi artırılmalı, alternatif projelere olanak sağlanmalıdır.
Yapılması gerekenler listesini uzatmak mümkündür. Şayet temel mesele gerek millet gerekse ümmet çapında özgür olup kendi inanç ve değerlerine uygun, şerefli yaşam sürmek ise bu, hayatın bütününe yayılmış bilgi, irade ve kudret olmaksızın gerçekleşmez. Her üç unsur da ilk bakışta görünenden çok daha karmaşıktır ve uzun erimli çaba ve projeleri gerektirir. Tepki verme ile çözüm üretmeyi karıştırmadan meseleleri ele alabiliriz.
Son olarak; bu teklifleri Gazze katliamı vesilesiyle zikrettim. Fakat bunlar arasında şu anda sürdürülen katliama maalesef acil bir çözüm yok. Çünkü acil çözüm ancak ve ancak İslam ülkelerinin, özellikle de Arap devletlerinin bir araya gelerek şunu görmeleriyle bulunabilir: Gazze meselesi sadece Gazze’den ibaret değildir. Arap Baharı bahanesiyle NATO, Arap ülkelerindeki ihtiraslarına engel teşkil eden bilhassa Baasçı rejimleri tasfiye etti, Suriye’den milyonlarca insanı zorunlu göçe tâbi tuttu ve ülkeyi terör örgütlerinin talimgahına çevirdi, bir devlet başkanını kendi vatandaşlarına linç ettirdi. Üstelik zorunlu göçe maruz insanların geçim yükü, Ürdün ve Türkiye üzerine yüklendi. Daha öncesinde ABD, Irak’ta can, mal, ırz ve din güvenliğini yok etmiş ve ülkeyi terör örgütlerinin çatışma alanına döndürmüştü. ABD, hâlâ Suriye ve Irak’ta bir terör devleti kurmak için her türlü zulmü ve ahlâksızlığı irtikap etmeye devam ediyor. Kısaca ABD’nin başını çektiği Batı konvoyu özellikle Arap ülkelerini yaşanmaz hale getirmektedir. Gazze meselesinin yalnızca bunun bir devamı olduğunu görmek için büyük siyasetçi olmaya gerek yok. İslam ülkeleri önce bunu kendilerine itiraf edip ardından dünyaya ilan ederek, kınamak ve mahkemeye vermek gibi netice alınmayacak tepkilerden vazgeçip fiilen zulmü ortadan kaldıracak adımlar atmaları gerekir. Açıkçası, bunu tek başına hiçbir ülke üstlenemez, çünkü hiçbir ülkenin siyasî, askerî ve iktisadî koşulları böylesi bir sorumluluğu tek başına kaldıramaz. Müslüman liderler ve siyasetçiler, böyle bir hamleye ikna edilmeli ve ortak hareket etmenin yolu bulunmalıdır. Bu söylenenlerin mümkün olmayacak kadar güç olduğu düşünülebilir. Fakat düşünce eylemden önce gelir. İmkânsızlığını düşündüğümüz için yapılamıyor olmasın!