İnsanın akıl sahibi bir varlık olması, aynı zamanda onun Asıl’a (hakikate) ulaşma çabası içinde olmasına imkân tanımıştır. Asıl’a ulaşmanın imkânını veren ve yolunu gösteren de yöntem yani usûldür. Usûlsüz vusûl (varış) olmayacağının en büyük göstergesi; akla sahip bir varlık olan Hz. Adem’in aklının şeytan tarafından yanıltıldığının kıssasıdır. İnsanın ölümsüzlüğe erişmek çabası –nihayeti olmasa da–, asıl (hakikat) olduğuna inanılan bir çabadır. Hz. Adem’in yanıltılan aklı, ölümsüzlüğün bir nesnede (ağaçta) olduğu zannına kapılmıştır. Bu yanılgı, “usûl” ile “asıl” arasındaki kopuş, söz konusu bu anlatımda insanın hayal kırıklığıyla (cennetten çıkarılışı) karşılaşmasına yol açmıştır. Dünya hayatında insanlığın başına gelen felaketlerin nedeni; usûl ile asıl’ın örtüşememesi yani birbirinden kopuşundan dolayıdır.
Milletlerin, büyük medeniyetler kurabilmesi ve hâkim millet haline gelmesi, usûl ile asıl arasındaki bağı mümkün olduğunca doğru biçimde kurabilmesiyle ilişkilidir. Nitekim Klasik İslam düşüncesinin (VII–Xi yy.) devlet ve medeniyet olarak güçlü olmasının nedenlerinden biri de usûl/epistemoloji alanına verdiği önemdir. Usûl–asıl arasındaki düzlemin bozulması, İslam topluluklarının –başta ilimler olmak üzere– siyaset, ticaret ve cemiyet hayatında büyük sorunlarla karşı karşıya kalmasına yol açmıştır. Usûlü kaybetmeleri aslı bulamamalarına, vusûle erememelerine sebep olmuştur.
Bilgide usûl ile asıl arasındaki sağlıklı irtibatın kurulamamasının etkileri, Batı düşüncesi için de geçerlidir. Usûl ile asıl arasındaki ilişkinin epistemik–rasyonel düzlemden koparılıp salt olarak onto–teistik yapıya bürünmesi süreci, statikliği ve (Kilise) otoriterliği doğurmuştur. Nitekim bu donmuşluğun neticesinde Batı için kullanılan “Karanlık Çağ (Dark Ages)” (V.–X. yy.) dönemi meydana gelmiştir. Grek–Orta Çağ ve Rönesans süreçlerini kapsayan klasik çağda episteme, mitik–teolojik karakterden çok kopmuş değildir.