Tasavvuf düşüncesinde aslın ne anlama geldiğine dair bir soruşturma, öncelikle kavramın içeriğine dair sûfîlerin öne sürdüğü görüşlerin çeşitliliği sorunuyla yüzleşmek zorundadır. Tıpkı “tasavvuf” ya da “mârifet” kavramlarının tanımı konusunda sûfîler arasında bilimsel anlamda bir ittifak halinden söz edilememesi gibi, asıl veya asıl–fer hakkında da görüş birliği bulunmaz. Çünkü bunlar, söz gelimi “zâhir ve bâtın” kadar olmasa da, muhtemelen tasavvufun dünya görüşü çerçevesinde bahis konusu edilebilecek kategorik söylemler için en kullanışlı ikiliklerden biri sayılabilir. Bu tür çeşitlilikler için tasavvuf metinlerinde ve çağdaş araştırmalarda gözlenen gerekçelendirme, her sûfînin içinde bulunduğu hâl ve makam çerçevesinde konuştuğu, bu yüzden tanımların farklılaştığı yönündedir. Bu, büsbütün yanlış değildir; fakat bu çeşitliliğin daha önemli bir sebebi tasavvufun İslam toplumunda yaygınlaşarak sistematik bir disiplin hüviyeti kazanması süreci ve bu süreçte ortaya koyduğu varlık ve bilgi alanındaki katmanlılık veya mertebe düşüncesidir. Bu bakımdan “vusûlsüzlük, usûlsüzlüktendir.” şeklinde şöhret bulan sözün işaret ettiği tehlikeleri ve bunlardan sakınmanın yollarını, sûfîlerin geçmişten günümüze ortaya koydukları fikrî çabalarda bulmak ve tüm tasavvuf tarihini bir “asıl arayışı” olarak nitelendirmek mümkündür.
Sûfîlerin “asıl” ve “asıl–fer” kavramlarına yönelik ifadelerine bakıldığında bunların genellikle tasavvufun temel ve ikincil esasları, Hakk’a yakınlaştırıcı ameller, hâller ve makamlar, güzel ahlâkın ve hasletlerin sebepleri, zâhir–bâtın ikiliği, tasavvuf âdâb ve erkânı ve tasavvufun pratik alanına karşılık teorik yönü gibi çeşitli zeminlerde, fakat esas olarak “yöntem” anlamıyla işlendiğini görürüz.1 Bir başka yönden ise tüm dinî ilimlerde olduğu gibi tasavvufta da “asıl” denilince akla ilk elden bu disiplininin Kur’ân–ı Kerîm, daha doğrusu sünnet de dâhil olmak üzere vahiyle ilişkisinin tesisi gelmelidir. Bu bakımdan tasavvuf ve asıl arasındaki irtibat, bu iki veçhesiyle söz konusu edilebilir.