İsteme ve Tasavvur Olarak Dünya

Elif Erdemir

Elif Erdemir



Schopenhauer’ı ilk kez okuyan biri, onun yazılarında hakikatin peşine düşmüş heyecanlı gencin sesini rahatlıkla duyabilir. Ne var ki, onun sonraki dönemlerinde yeni baskılar üzerine yaptığı düzeltmelerde ve kaleme aldığı önsözlerde öfkenin parıltısıyla gizlenmiş solgun ve yorgun bir hayal kırıklığı göze çarpar. Bir yazarın başına gelebilecek en trajik olay, kamusal alana emanet ettiği eserinin hiçbir mâkes bulamamasıdır. Üstelik bu eser, bir filozofa ait ise ve câri olan felsefi tartışmaların tam ortasında alternatif bir görüş ortaya koyuyorsa maruz kaldığı sessizlikle yok sayılma politikası kişi için bir yıkıma sebep olur. İşte Schopenhauer’ı yıllar içinde bir uçtan diğerine savuran sebep bu yıkıma eşlik eden derin yalnızlık hissidir. 

Kant sonrası Alman düşüncesi en hararetli dönemini yaşarken bu ateşi besleyen yakıt Fichte, Schelling ve Hegel’in öncülük ettiği Alman İdealizmiydi. Alman İdealizmi, temelde ben ve mutlak kavramları etrafında Kant’ın Transandantal İdealizmi’nin radikalleştirilmiş bir versiyonunu savunuyordu. Arthur Schopenhauer ise çağdaşlarından farklı olarak Kant düşüncesinde böylesi bir mutlak fikrine varabilecek hiçbir yol göremiyordu. Ona göre böyle bir fikir Kant’ın titizlikle koyduğu sınırları süratle aşmak ve felsefeyi yeniden yanılsamaların alanına sürüklemek demekti. Bu yüzden Schopenhauer hayatı boyunca Alman İdealizmine yönelik kökensel bir eleştiriyi dile getirdi ve kendi çalışmalarında Kant’ı eleştirmesine rağmen onun çizdiği sınırlara riayet etmeyi kendine düstur edindi.




Makalenin devamını okumak için Abone Olun