İki binli yılların başında misafir araştırmacı olarak bulunduğum McGill Üniversitesinde, bir gün, farklı ülkelerden gelen arkadaşlarla Montreal’de bizi en çok şaşırtan şeyin ne olduğunu konuşuyorduk. Müzakere ertesinde “beni en çok şaşırtan şey, Montreal’de hiçbir şeye şaşırmamış olmam sanırım” diye düşündüm. Sokaklar ve caddelerin düzeni, toplu ulaşım sistemi, tüketim alışkanlıkları, kıyafetler, kahveden pizzaya yenilip içilen şeyler ile bunların arz ve tüketim biçimi, alışveriş merkezleri, markalar, bankalar; hâsılı günlük yaşantımızı çevreleyen dünya, Montreal ile İstanbul arasında çok az farklılık gösteriyordu. Kuşkusuz İstanbul’un coğrafî özellikleri ve şehrin tarihî hafızası ile Montreal’inki aynı değildi; fakat şimdi, ellerimizle inşâ ettiğimiz yeni haliyle İstanbul, ona hususiyet veren unsurlarını giderek kaybetmiş, yerküredeki başka yerlerle tek biçimli, renksiz bir hal almıştı. Aslında küreselleşmeden, tek dünyacı kapitalistlerin başarmak istediği şeyin ne olduğundan birazcık haberi olan biri için bu benzerliğin şaşırtıcı olmaması gerekirdi. Fakat benim için bu şaşkınlık, bir safdilliğin değil, kabullenemeyişin, kendi dünyama karşı çektiğim özlemin ısrarlı bir ifadesiydi. Öte yandan bendeki bu kabullenemeyiş ve kendi dünyamıza dönük tahassür bazıları için dudak bükülecek bir şey olabilir: “İlerleme ve büyümeye yapacağı katkı akılcı yollarla ortaya konulmuş ve standart refah kriterleri üzerinden verimliliği somut olarak ispat edilmiş bir ‘dünya’ya niçin ayak uydurmayalım ki? Buna karşı bir ayak direme, bizi, uygar dünyanın dışına itip geri kalmamıza sebep olmaz mı?” Belki de bu dudak büküş, daha ileri giderek bir ithama da dönüşebilir: “Tüm bunlara ayak direyerek Orta Çağ karanlığına geri dönmeyi mi teklif ediyorsunuz?!”