Kur’ân–ı Kerîm’de Dünya

Şevket Kotan

Şevket Kotan



Giriş

Dünya kavramı, bizim için aynı anda hem içinde yaşadığımız hem de insanoğlunun düşünce ve davranışlarıyla kendisi için kurmuş olduğu tarihsel dünyayı ifade etmektedir. Örnek olarak Batı dünyası veya İslam dünyası dediğimizde Batılı veya Müslüman toplumların, tarihiyle, kültürüyle kurdukları anlam dünyasını ve bunun üzerine kurdukları medeniyeti kastederiz. Bulundukları coğrafyaları ve bu coğrafyaların sahip oldukları özelliklerini kastetmeyiz. Kur’ân–ı Kerim’in konusu da insanın anlam dünyası, yaşantı şekli ve davranışları olduğu için, bu kelimeyi üzerinde yaşadığımız gezegen mânâsında kullanmaz. Üzerinde yaşadığımız gezegenimizden “arz” diye bahseder. Ayrıca arz kelimesini de daima semavât kelimesiyle birlikte kullanır. Bununla yerküre ve dünya dediğimiz varlık kastedilir. Kur’ân–ı Kerim’de bu iki varlık, insanlığın varoluş mekânı ve kendisine verilen bir nimet anlamında yer almaktadır. Arz mânâsında dünya, insanın varoluşsal olarak kendisine bağlı olduğu mekân ve içindekilerinin peşinde koştuğu bir meta alanıdır.

Allah’ın Âyeti Olarak Dünya

Arz ve semavât, içlerinde Allah’ın sayısız âyetini içlerinde barındıran büyük âyetleridir. Zira birçok sûrede Kur’ân–ı Kerim, bunlardan Allah’ın âyetleri diye bahsetmektedir. Mesela, “Gece ve gündüz, güneş ve ay O’nun âyetlerindendir,”1, “Gökleri, yeri ve oralarda üretip yaydığı canlıları yaratması O’nun âyetlerindendir”2, meâlindeki âyetler bunlardandır. Bu iki âyette hem yarattığı varlıkların her birisinin hem de yaratma eyleminin kendisinin onun âyetleri olduğu bildirilmektedir. 

Kur’ân–ı Kerim’in âlemdeki varlıkları âyet tabiriyle ifade etmesi, Allah’ın yarattığı her varlığın, içinde sayısız âyet barındıran birer âyet olduğu anlamına gelmektedir. Nitekim bu kavram, Kur’ân–ı Kerim’in birçok yerinde Allah’ın yaptığı işler, yarattığı varlıklar ve onlarda mündemiç olan anlama karşılık gelmektedir.3 Bu bakımdan Kur’ân–ı Kerim’deki yazılı âyetler ile birlikte kevnî âyetler de aynı anlamdadırlar. Bu anlamda âyet, insanın bakışını kendi dışındaki âleme ve yüce yaratıcıya yönlendiren tüm işaret ve alametler mânâsındadır.

Yasin sûresindeki bir dizi âyet,4 dikkat çekici bir resim çizer. Bu âyetlerde gece ve gündüz, güneş ve ay, ayrı ayrı Allah’ın âyetleri olarak zikredilmekte ve bunlardan her birinin hareketleri ve icra ettikleri fonksiyonları da yine âyet tabiriyle ifade edilmektedir. Bununla Allah bizlere, kendileri birer âyet olan her varlığın, içinde nice başka âyetler barındırdığını göstermektedir. Aynı şekilde âyet esprisinin sadece yarattığı varlıklarla sınırlı olmayıp kainattaki düzenin işleyişinin her noktasında bulunduğunu örneklemek için, insan neslini gemilerle taşıdığını, gemilerin su üzerinde yüzerken batmadığını ve binsinler diye benzer araçlar da yarattığını kendi âyetleri olarak zikretmektedir. Akabinde de sözü, “Onlara rablerinin âyetlerinden bir âyet gelmeyedursun, illâ ki ondan yüz çevirirler” ifadeleriyle bağlayarak, kainattaki âyetler ile inzal edilen Kur’ân–ı Kerim âyetleri arasındaki varoluşsal ilişkiye getirmektedir. Burada dikkat çeken husus şudur: Arz ve semavat anlamındaki bu dünya ve içlerinde bulunan her âyet, Allah’ın Kur’ân–ı Kerim’deki âyetleri mesabesindedir.5 Dolayısıyla hem dünyaya hem de insanlar için yaratılan tüm nimetlere Allah’ın mübarek âyetleri gözüyle bakmak gerekmektedir.6

Dünya ve Âhiret

Kur’ân–ı Kerim’de kendisinden bahsedilen dünya kelimesi, uzak olana göre yakın olan mânâsındadır. Nitekim Kur’ân–ı Kerim’de 115 kadar yerde geçen dünya kelimesi, 4 âyette, “vadinin yakın yamacı” ve “yakın sema”7 gibi ifadelerde olduğu gibi, sırf yakınlık mânâsını ifade etmek için kullanılmıştır. Çoğunluğu aynı âyette olmak üzere, diğer yerlerde ise âhiret ile birlikte zikredilmektedir. Âhiret ile birlikte zikredildiği âyetlerde de aynı şekilde şimdi burada olan ve yakın olan mânâsındadır. Bu âyetlerin tamamında dünya ve âhiret, insan için takdir edilmiş bir hayatın iki ayrı aşaması olarak geçmektedir. 

Anlaşılan o ki, yüce yaratıcının insan için iki aşamalı bir hayatı takdir etmiş olması, Kur’ân–ı Kerim’de dünya ile âhiretin mukayeseli bir şekilde zikredilerek değerlendirilmesini gerektirmiştir. Ancak burada söz konusu edilen, mekânsal olarak ne âhiret ne de dünyadır. İkisinden bahsedilirken aslında buralardaki hayat konu edilmektedir. Bu bakımdan Kur’ân–ı Kerim’de dünya kelimesi, dünya hayatı mânâsındadır. Dünya ve âhiretle ilgili söylenen şeyler de yaşanan ve yaşanacak olan hayat tarzıyla ilgili değerlendirmelerdir. Buradaki hayat eylemlerinin inanç, ibadet ve ahlâkın, yani dinin konusu olduğunu düşündüğümüzde, dünya hayatından bahsedilirken aslında insanların din açısından hayat tarzlarından bahsedilmektedir.

Dünya kelimesinin âhiret ile birlikte ikili bir terkip şeklinde kullanılmasında iki önemli husus bir aradadır. Birincisi, biraz önce değinildiği gibi dünya, şimdi burada ve dolayısıyla âhirete göre yakın olandır. Âhiret ise bu dünya sürecinin sonunda başlayandır. Dolayısıyla uzak ve gelecek olandır. İkincisi ise dünya ve buradaki nimetlerin geçici, âhiret ve nimetlerinin ise kalıcı olmasıdır. Bu bakımdan dünyaya nazaran âhiret, Kur’ân–ı Kerim’de daha kalıcı ve değerli bir meta olarak yer alır. Ancak âhireti kazanmak veya kaybetmek de dünya hayatındaki yapıp etmelere bağlanmıştır. Bu nedenle Kur’ân–ı Kerim, insanın arz ile ilişkisi ve ondan yararlanmasıyla değil; davranışlarıyla ilgilenmektedir. İnsan davranışları ise esasen din ve ahlâkın konusudur.

Tarihsel Dünya

Tekrarlamak gerekirse, Kur’ân–ı Kerim’in kendisinden sıkça bahsettiği bu dünya, mekânsal dünya olmayıp arz üzerinde yaşayan insanın, bu arz ile, özellikle de buradaki nimetlerle olan ilişkisi bağlamında kendisine inşa ettiği tarihsel dünyadır. Bu dünyayı inşa ederken hiçbir fert tek başına bulunmadığı için onun diğer insanlarla olan her türden paylaşım ilişkisi bu dünyanın inşasında önemli bir bileşen olmaktadır. Böylece arz üzerinde, fert, aile, toplum ve medeniyetler düzeyinde farklı dünyalar var olur. Çünkü bu katmanların bütünü boyutunda yaşanan hayat olayları, genel insan varlığı için tarihsel bir dünyaya dönüşür.

İnsanın düşünce ve eylemleriyle şekillenen tarihsel dünya, dil imkânı üzerine kurulmaktadır. Bu bakımdan tarihsel dünyanın ana zemini insan dilidir. Çünkü insanlığın tarihsel dünyası dil ile varlık bulduğu gibi aynı zamanda onunla anlam kazanır ve sonraki nesillere de onunla taşınır. İşte bu dil sayesinde insan, dünyanın gezegen boyutunu veya dünyada yer alan varlıkların toplamı şeklindeki anlamlarını aşarak bu gezegen üzerinde bir anlam dünyası kurar. Bu nedenle Kur’ân–ı Kerim, açık şekilde din ve ahlâkın konusu olan bu tarihsel dünyayı “dünya hayatı” ifadesiyle dile getirir. Bu ifadeyle her ne zaman dünyanın değersizliğine dikkat çekmişse, bununla daha ziyade bazı fert ve toplumların gayr–i meşru hayat tarzlarını eleştirmiştir.

İmtihan Dünyası

Bilindiği gibi Kur’ân–ı Kerim’de Allah’ın dünya hayatını ve insanı yaratmasının nedeni, onun insanı kullukla sınamak istemesidir. Allah, ölümü ve hayatı, insanlardan kimin daha güzel davranışlar sergileyeceğini sınamak için yarattığını beyan etmektedir.8 “Biz, kimlerin daha güzel amel edeceğini deneyelim diye yeryüzündeki her şeyi oranın süsü yaptık”9 âyeti ise söz konusu sınav için yeryüzünün insanın arzu duyacağı şekilde çekici kılınmış nimetlerle donatıldığını bildirmektedir. Başka bir âyet ise insana kadın ve çocuk sahibi olma gibi kalbin meyilli olduğu tatların, altın ve gümüş gibi biriktirilen malların, soylu atların, sağmal hayvanlar ve ekinlerin çekici hale getirilmek için süslendiğini bildirmektedir.10 Bu ve benzeri âyetler, dünyanın imtihan için insana çekici kılınan nimetlerle donatıldığını örneklemektedir. İnsan için var edildiklerinden bu nimetlerden tatmanın yasaklanması söz konusu değildir. Çünkü yukarıdaki âyetin sonunda açıklandığı gibi, bunlar insanların bu dünyada faydalanmaları için yaratılan şeylerdir. Ancak şüphesiz ki varılacak güzel yer, Allah’ın katındadır ve bu dünyadaki nimetlerle öte dünyadaki nimetler mukayese edilemezler. 

Kur’ân–ı Kerim’de ölüm ve hayat, dolayısıyla insanlardan kiminin daha iyi davranışlar sergileyeceği konusundaki imtihan, bu dünya zemininde, ancak tarihsel dünya içinde gerçekleşmektedir. Allah, göklerde ve yerde ne varsa tüm mevcudâtı bir lütuf olarak dünya hayatında insanlığın emrine verdiğini (musahhar) bildirmektedir.11 Sonsuz olan bu nimetler, aynı zamanda insanoğlunun hidâyeti bulacağı ve bu imtihandan başarıyla çıkacağı şekilde âyetler olarak yaratılmıştır.12 Mesela, içinde dinlenelim diye geceyi, işlerimizi görmemizi sağlasın diye gündüzü bir nimet olarak bize bahşetmiş olması böyledir.13 İlâhî tasarımda imtihanın mekânı, başarmayı kolaylaştıracak şekilde her biri Allah’ın azametine işaret eden birer âyet olan varlıklarla kurulmuştur.

Diğer taraftan insan da işitme, görme ve diğer özellikleriyle imtihan için donanımlı bir varlık olarak yaratılmıştır. Örnek olarak bir âyette, imtihan için insana işitme ve görme özelliklerinin verildiği bildirilmektedir.14 Yine imtihanın mekânı da çekici süslerle donatılmış olup insanı hayata bağlamaktadır. Aynı zamanda da insanın basiretini açan alametler, âyetler olarak ona Allah’ı hatırlatmaktadırlar.

Varoluş Mekânı Olarak Dünya

Esasen bu dünyadaki nimetlerden tatma isteği, fıtrî, ruhsal ve biyolojiktir. Zira ilâhî düzen böyle kurulmuştur. Nitekim İmam Matürîdî’ye göre, Kur’ân–ı Kerim’deki “yiyin, için...”15 mealindeki emir, yemek içmek için verilen bir emir olmayıp Allah’ın helal kıldığı yiyecekleri insanların haram kılmasını yasaklamak anlamındadır. Çünkü zaten herkes yer ve içer, bu sebeple böyle bir emre gerek yoktur. Burada âyet, müşriklerin kendilerine bazı şeyleri haram kılmalarını yasaklamaktadır. Sanki Allah şöyle buyurmuştur: Sizin haram kıldığınız şeyleri haram kılmayın, aksine yiyin için ve onlardan faydalanın.16

İnsanın ölmemesi için karnını doyurması ve soyunu devam ettirebilmesi için evlenmesi de aynı şekilde fıtrat gereğidir. Bunun için de ilâhî bir emir veya tavsiyeye gerek yoktur. Çünkü insan, dünyaya bağımlı bir şekilde var edilen ve içine dünya sevgisi yerleştirilen bir dünya varlığıdır. Bu sevgi, çocuğun annesine olan sevgisi gibidir. Dolayısıyla varoluşsal olarak çocuğun annesine bağımlılığı gibi dünyaya bağımlıdır. Bu nedenle dünyayla ilişkisi kesilip onunla ilgili hayalleri bittiğinde, huzursuz olmaya ve ruhsal bunalım içerisine düşmeye başlar.

İnsanın dünyaya bağımlı şekilde yaratılmış olması ve dünyanın ona sevdirilmesi, esasen dünya ile insan arasındaki varoluşsal ilişkiye işaret etmektedir. Bu varoluşsal ilişki, insanın dünyayı sevmesinin ve ondan faydalanmasının da meşruiyet zeminidir. Çünkü yüce Allah, dünyada kulları için yarattığı zinetleri, temiz ve iyi rızıkları kullarına haram kılmamıştır. Hatta müşriklerin bazı nimetleri kendilerine haram kılma girişimlerine taaccüp etmiş, bunların Ademoğulları için yaratıldığını bildirmiştir.17 Bu konuda Hz. Nuh’un kavmine tavsiyesi oldukça dikkat çekicidir. Hz. Nuh onlara, Allah’tan bağışlanma diledikleri takdirde rablerinin üzerlerine gökten bol bol yağmur indireceğini, mallar ve oğullar vererek onları destekleyeceğini, onlara bahçeler vereceğini ve onlar için ırmaklar akıtacağını vadetmiş18, dünyalık şeylere sahip olmayı Allah’ın onlara nimeti diye tanımlamıştır. Kavmi isyankârlık ettiği için Allah onları bir müddet bu nimetlerden mahrum bırakmıştı. Hz. Nuh onlara, tekrar bu nimetlere kavuşmaları ve mal–mülk sahibi olmaları için isyankarlığı bırakmalarını öğütlemekteydi.

Kasas sûresindeki bir âyet ise insan–dünya ilişkisine farklı bir boyut getirmektedir. Bu âyette, “Allah’ın sana verdiğinden âhiret yurdunu kazanmaya bak ve dünyadan nasibini unutma! Allah sana ihsan ettiği gibi, sen de insanlara ihsanda bulun”19 buyurularak dünyalık kazanmanın ve buradaki nimetlerden yararlanmanın sadece meşru olmadığı aynı zamanda sorumluluk olduğu açıklanmaktadır.20 Dünyalık kazanmak doğal bir özellik olduğu için verili bir durum olarak söze zaten buradan başlanmaktadır. Hazinesinin anahtarlarını ancak güçlü–kuvvetli bir ekibin taşıyabileceği kadar zenginliği dillere destan olan Karun’a niçin bu kadar mal mülk kazandığı sorulmamıştır. Bu, her insan gibi onun doğal hakkıdır. Ancak dünya malıyla şımardığı ve ihtiyaç sahiplerine karşı olan mâlî sorumluluklarını yerine getirmediği için kınanmış ve ibret alınacak bir örnek olarak gösterilmiştir. Zira Allah’ın ona ihsanda bulunması gibi onun da diğer insanlara ihsanda bulunma sorumluluğu vardı. Çünkü her insanın başka insanlara ihsanda bulunacak kadar mal mülk kazanabilme başarısı göstermesi mümkün değildir. Bu nedenle kazanma becerisi gösteren kimseler, diğerlerine karşı sorumludur. Zira Allah’ın birbirlerine iş gördürebilsinler diye insanları farklı derecelerde yaratarak diğerlerine musahhar vaziyette yaratması, bunu gerektirmektedir.21

Hz. Peygamber, Sahabe ve Dünya

Dünya hayatına ilişkin bu sorumluluk bilinciyle olmalı ki, tam anlamıyla bir ibadet cemaati olmalarına rağmen sahabe nesli, Hz. Peygamber ile birlikte dünyalı bir toplum oluşturmuşlardı. Bu cemaat, hakkı ikame etmek için sorumluluğunu bihakkın yerine getirmekle birlikte dünya işlerini ihmal etmemiştir. Nitekim onlar, toplumun eğitimi ve ıslahından dünyanın îmârına kadar her alanda faaliyet göstermekteydiler. Burada Hz. Peygamber’in dünyaya sırt çevirme yerine çalışmayı, üretimi, ticareti, aile hayatını, ziraatı ve meslek edinmeyi ne kadar teşvik ettiğine ilişkin yönlendirmelerini hatırlamak gerekir. Nitekim Peygamberimiz de sahabeyle birlikte bu dünyaya dâir tarihteki en önemli hadiselerden biri olan İslam ümmetin teşekkülünü ve İslam devletinin kuruluşunu gerçekleştirmiş ve diğer dünya nimetlerinden de meşruiyet çerçevesinde tatmışlardı. Bazı kimselerin âhiret kaygısıyla dünyaya sırt çevirme düşüncelerini de kendi yolundan ayrılmakla eşleştirerek sert tepki göstermişti.22 

Sorun ve Temel Soru

Ancak Kur’ân–ı Kerim’in, Mekke döneminden itibaren dünya sevgisi, dünyaya bağlılık, dünya malının değersizliği ve dünya hayatının geçiciliği konularına vurgu yaptığını ve insanlara uyarılarda bulunduğunu görmekteyiz. Bu minvaldeki âyetler, Kur’ân–ı Kerim’de bir yekûn teşkil etmektedir. Bu âyetlerin farklı şekillerde anlaşılmasının, farklı dünya tasavvurlarına yol açtıklarını söylemek mümkündür. Nitekim Müslümanlar içerisinde de farklı dünya tasavvurları vardır. Hatta kimi kesimlerde dünya, kendisinden uzak durulması gereken bir kötülük simgesi gibidir. Buna bahsi geçen âyetlerin bu paralelde yapılan yorumlarından da teorik alt yapı sağlanmaktadır. Bazı kesimlerde ise dünyanın kötülüğün simgesi olması, lafta kalmaktadır. Zira bu kesimler, pratikte âhireti ihmal edecek şekilde dünyevileşmelerine karşın lafta dünyayı aşağılayarak adeta ikiyüzlü bir duruma düşmektedirler. 

Şimdi bu noktada dönüp dünyanın bizim için ne ifade ettiğine ilişkin temel soruyu sormamız gerekir: Dünya aslında varoluşumuza uygun olmadığı hâlde zorunlu ikamete tâbi tutulduğumuz bir sürgün mekânı mı, yoksa her bakımdan bize uygun olarak tasarlanmış ve varoluşsal olarak kendisiyle bir bütün oluşturduğumuz özel bir hayat yurdu mu? Yüz çevrilmesi gereken behimî bir meta mı yoksa kendisiyle varoluşsal/doğal bir bütünlük oluşturduğumuz bir imkânlar mekânı mı? 

Dünya konusunda doğru/varoluşsal bir tasavvura sahip olmak için öncelikle bazı hususların gözden kaçırılmaması gerektiğine dikkat çekmeliyiz. Bu hususlardan ilki, insan fıtratıdır. Bilindiği gibi insan fıtratı hem iyiliğe hem de kötülüğe meyillidir. Bu, insanın takva sahibi olmasına da fücura dalmasına da imkân tanımaktadır. Çünkü cennet ve cehennem, kulun dünya hayatındaki tutumuna bağlıdır. Kim dünya hayatında kötülükleriyle çepeçevre kuşatılırsa ebedî cehennem azabı ile cezalandırılacaktır.23 Kim de dünya hayatını sâlih amellerle donatırsa, ebedî cennetle ödüllendirilecektir.24

Dünya hakkında varoluşsal bir tasavvura sahip olabilmek için gözetilmesi gereken ikinci husus ise bu konudaki âyetlerin anlaşılmasına ilişkin usûldür. Bu usûl için en önemli nokta, bu âyetlerin, risâlet süreci içerisindeki bağlamlarıyla anlaşılmaları gerektiğidir. Çünkü bilindiği gibi, Kur’ân–ı Kerim’in metinsel boyutu yanında bir de tarihsel boyutu vardır. Âyetler, risâlet tarihinde meydana gelen gelişmeler, soru ve sorunlar bağlamında nâzil olmuştur. Bu bakımdan hangi âyetin hangi sorunun çözümü için veya risâlet sürecinin hangi aşamasına rehberlik etmek için nâzil olduğu önemlidir. Örnek olarak bu süreçte inanmayanlar yanında inananların da uyarılmasını gerektiren durumlar vardır. Bu âyetler, Müşrikler ve diğer din mensuplarının dünya pratiklerini eleştirmek üzere indirilmiştir.25 Çünkü hakka inanmalarının önündeki engellerden biri de dünya malına olan düşkünlükleri ve bunu bir övünme ve büyüklenme vesilesi yapmalarıdır. Dolayısıyla dünya hayatının geçiciliği ve değersizliğini ifade eden âyetler, haddi zatında dünyayı değersizleştirmiyorlar. Dünya sevgisinin kişinin imanına engel olacak boyuta varmasını eleştiriyorlar. Kur’ân’da kınanan, yanlış dünya tasavvurları ve pratiklerdir. Nitekim Medine’de Müslümanlar içerisinde de böyle eğilimlerin baş göstermesi, onların da uyarılmalarını gerektirmiştir. Her iki durumda da bu âyetlerin temel problemi dünya sevgisi değil, aşırılık ve sapmadır. Âhiret inancının işlevsizleşerek dünya–âhiret dengesinin bozulmasıdır. Bu âyetlerin dünyayı ve buradaki meşru bir hayatı yermediğine şu hadis de işaret etmektedir: “Sâlih adam için sâlih mal ne kadar güzeldir.”26

Dünyaya ilişkin âyetlerden varoluşsal bir tasavvura ulaşmak için gözetilmesi gereken diğer bir husus ise bu âyetlerin Hz. Peygamber ve arkadaşlarının pratiğine nasıl yansıdığıdır. Her şeyden önce sahabenin genel pratiğinden, onların bu âyetleri nasıl anladıklarını tespit etmek, onların doğru anlaşılması açısından önemlidir. Yukarıda temas edildiği gibi, Hz. Peygamber ve cemaati, dünya–âhiret dengesini korumada büyük bir başarı sergileyerek insanlığa örnek bir dünya bırakmışlardır. Bu gelenek de manevî mertebesi yüksek zahitler yanında, maneviyat iklimini soluyarak dünyalı olabilmeyi başaran ve böylece insanlığa bir medeniyet armağan eden nitelikli bir ümmet yetiştirmiştir. Takdir edilmeli ki bu başarı, İslam ümmetinin sahabe geleneğinden miras aldığı tasavvuru içselleştirerek dünya işlerine ehemmiyet vermesinin sonucudur.27

Esasen dünyanın âhirete nazaran geçici bir yurt olması, onun önemini azaltmaz. Zira buradaki sapma, ebedî âhiret yurdunu kaybetmeye neden olur. Dolayısıyla âhireti kaybetmemek için dünyaya arka dönmenin bu tasavvurda yeri yoktur. Bunun yerine, dünya–âhiret dengesini koruyarak dünyayla bütünleşmek vardır. Îmârla birlikte ıslah, üretmekle birlikte hizmet, servet kazanmakla birlikte infak, çalışmakla birlikte ibadet ve eğlenmekle birlikte ilim kesp ederek bu dengeyi kurulabilir. Bunun mânâsı, dünyaya yüz çevirmek yerine insanın son anına kadar gücü oranında çalışarak hakikî anlamıyla dünyalı olmaktır. Bu durumda iki yüzlü dünya tasavvurlarına da yer kalmayacaktır. Çünkü dünyalı olmaya çalışmak, yaygın popüler söylenceler ve özellikle de modernizm ve seküler hayat bağlamında modern insanın ulvî değerler dünyasını yitirmesi şeklinde anlamlandırılmıştır.

Kur’ân–ı Kerim’in dünya söyleminin odak noktasında, insanları dünyaya sırt çevirmeye yönelten herhangi bir teşvik yoktur. Buna karşılık Allah’ın ve kullarının haklarına tecavüz içerdiği için haram kılınan davranışlardan sakındırmak vardır. Bu nedenle ilgili âyetlerin, Allah’ın bir nimet olarak yarattığı dünyayı ve onun nimetlerinden meşru sınırlar çerçevesinde faydalanmayı değersizleştirdiği anlaşılmamalıdır. Nitekim müşriklerin dindarlık adına kendilerine bazı şeyleri haram kılmaları üzerine yüce Allah, insandan onun huzuruna çıkarken her namaz ve tavafta güzel giysilerini giyinmelerini ve israf etmemek kaydıyla yiyip içmelerini istemektedir. Çünkü Allah, gerek yeme içmede aşırı gitmek ve gerekse de helal olan nimetleri haram kılmak suretiyle haddi aşanları sevmez. Allah’ın helal kıldıklarını haram saymak gibi O’nun verdiği nimetlerden yüz çevirmek de haddi aşmaktır.28 Bu nedenle Allah, peygamberine şu soruyu sordurur: Kimdir o haddini aşarak Allah’ın kulları için yarattığı güzellikleri ve temiz rızıkları haram kılma cüretini gösteren? Hâlbuki Allah onları kulları için yaratmıştır. Sonra da onlara şunu bildirmesini ister: Bu güzellikler ve temiz rızıklar dünya hayatında diğerlerinden daha çok müminler içindir; kıyamet gününde ise sadece müminlere mahsustur.

Sonuç

Kur’ân–ı Kerim’de dünya kelimesi ile yaşadığımız gezegen yerine, direkt ya da dolaylı biçimde insanın bu gezegende kurduğu kendi dünyası kastedilmektedir. Allah’ın yarattığı her varlık gibi arz ve dünya da Allah’ın âyetleridir. İnsan da onun âyetlerindendir. Arz, imtihan edilmesi takdir edilen insanın ebedî âhiret hayatı öncesinde yaşayacağı ve imtihanını vereceği bir mekândır. Bu nedenle insan, arz anlamında dünyaya ve buradaki nimetlere bağımlı bir tasarımla yaratılmıştır. Ayrıca dünya ve içindeki nimetler kendisine sevdirilmiştir. Zira bedensel gıdası gibi ruhsal gıdasını da buradan almaktadır. Dünya sevgisi, insanın hem bedensel hem de ruhsal varlığını devam ettirebilmesinin teminatıdır. İnsanı bu dünyada ayakta ve diri tutan, onun dünyaya ilişkin tasarımları, hayalleridir. Geleceğe dâir hayallerinin bittiği yerde insan kendini boşlukta hisseder ve hayat ona anlamsız gelmeye başlar. Bu nedenle dünya sevgisi, insanın doğal bir özelliği ve hakkıdır. 

Dünya kelimesi gerek tekil gerekse de âhiret bağlamında ikili şekilde zikredilmiş olsun, konu eylemlerin alanı olan tarihsel dünyadır. Çünkü insan eylemleri dinin ilgi alanındaki haram ve helallerle ilişkilidir. Bu nedenle dünya hayatı, Kur’ân–ı Kerim’in merkezinde yer alır. Kur’ân–ı Kerim’de dünyadaki nimetler, insanın istifadesine sunulan helal nimetlerdir. İnsan kulluk vazifesini yerine getirir, bu nimetlerden ölçülü şekilde yararlanıp aşırı gitmez ve yeryüzünde haksızlık etmezse Allah’ın rızasını kazanır. Başkalarının hakkını gözetir, ihtiyaç sahipleri için infakta bulunursa, onun servet sahibi olması ibadete dönüşür. Dünyaya dalarak âhireti unutur, kullukta kusur ederse de o zaman günah işlemiş olur.  

Kur’ân–ı Kerim’de dünyanın fâni ve değersiz olmasına sıkça vurgu yapılması ve buradaki nimetlerin oyun ve eğlence metaforu ile ifade edilmesinin sebebi, insanın sapma eğilimidir. Hz. Peygamber’in risâletini kabul etmeyenlerin âhireti unutmaları, dünya kaygısı sebebiyle sapkınlıkta ısrar etmeleridir. Bunlara, âhiretin daha kalıcı ve değerli olduğu hatırlatılarak hakka dönmeleri tavsiye edilmiştir. Onlar meşru çerçevede dünya nimetlerinden faydalandıkları ve servet edindikleri için değil, dünyayı âhirete tercih ettikleri için kınanmışlardır. Zira birer âyeti olarak âhiret de dünya da Allah’ındır. 




Makalenin devamını okumak için Abone Olun