İnsanlar, içinde yaşadıkları emperyalist–kapitalist düzen hakkında ne düşünürlerse düşünsünler iradelerinden bağımsız bir şekilde bu düzenin oluşturduğu yasalara ve toplumsal ilişkilere tâbidirler. “Tâbi olma durumu” çoğu zaman maddî unsurlarla sınırlı kalmaz; hem bireysel hem de kurumsal anlamda, bilgi, inanç ve ahlâk gibi düşünsel entiteleri de kapsar.
Üretim tarzı ile düşünsel üst yapı arasındaki ilişki, elbette kapitalizm öncesi toplumlarda da mevcuttu ve iktidar sadece fiziksel zora değil aynı zamanda rızaya dayalı bir şekilde gücünü sürdürürdü. Buna karşın, kapitalizmin egemeni burjuva sınıfının ideolojik anlamda kendisinden önceki egemenlerden daha “başarılı” olduğu söylenebilir. Bu başarı, bir yönüyle burjuva sınıfının “manipülasyon becerisi”ne bağlanabilir. Mesela, bu sınıfın temel özelliklerinden biri olarak niteleyebileceğimiz bencillik, “insan doğası” adlandırmasıyla tüm insanlığa ait bir özellikmiş gibi yansıtılabilmektedir. Böylece burjuva sınıfı “ben bencilce bir şey yapmıyor, insan doğasına uygun davranıyorum”1 diyebilmektedir. Bununla birlikte, insanın insanı sömürmesi/yok etmesi ya da bir halkın tamamen ortadan kaldırılması, kapitalist düzende “bilimsel” olarak haklılaştırılmaya çalışılmıştır. Bilimin temel bir manipülasyon aracı olarak öne çıkarılması, doğayı ve insanlığı çok yönlü bir şekilde tehdit etmektedir. On dokuzuncu yüzyılda, “bilimsel” bir yaklaşım olduğu iddia edilen Sosyal Darwinizm, böylesi bir örnek sayılabilir.