İnsanlık tarihinde bazı şehirlerin ayrı bir yeri vardır. Bu şehirlerden biri de Medine’dir ve Medine’nin dönüm noktası hiç şüphesiz Hz. Peygamber’in hicretidir. Hicret ile birlikte bambaşka bir çehreye bürünen Medine, Hz. Peygamber liderliğinde teşekkül eden İslam Devleti’nin ilk başkenti olma özelliği kazanmış, İslâmî hükümlerin nüzûlüne ve tatbikatına şahit olmuş, Hz. Peygamber’in yetiştirdiği sahâbîlerle ilmin halka halka yayıldığı bir merkez haline gelmiştir. Birçok meziyetleri bulunan bu müstesna şehrin belki başka hiçbir şehre nasip olamayacak bir diğer özelliği de temiz ve temizleyici olmasıdır. Hz. Peygamber’in ifadesiyle “Medine körük gibidir; pisliğini atar, temizini saklar” (Buhârî, “İ‘tisâm”, 16.)
İslam tarihinde önemli bir yeri bulunan bu mukaddes belde, fıkıh usûlü açısından da ayrı bir konumu hâizdir. Müctehidin şer‘î, amelî hükümlere nasıl ulaşacağını gösteren fıkıh usûlü, bu hükümlere ulaşırken birtakım kaynaklara dayanır ve belli bir yöntem dahilinde bu kaynaklardan hüküm çıkarır. Her müctehidin kendine has bir usûlü bulunur ve bu usûl, bazı noktalarda diğerleriyle kesişirken; bazı noktalarda onlardan ayrışır. İmam Mâlik’in (v. 179/795) usûlünde, diğer müctehidlerin usûlünden farklı olarak amel–i ehl–i Medine, merkezî bir konumda yer alır. “Medine halkının tatbikatı (uygulaması) ve teşriî bir konudaki ittifakı” şeklinde tanımlanabilecek olan amel–i ehl–i Medine, İmam Mâlik’e göre İslam hukukunun kaynakları arasında yer alan bağlayıcı bir delildir.