Mevcudiyet, bilinç varlığı olan insan açısından bir meşruiyet sorunu olarak algılanmış olsa gerektir. “Niçin bir şey, yok değil de var” sorusuna, Aristoteles’in neden–erek (teleologie) kuramı doğrultusunda, her şeyin bir nedenden ötürü ve bir amaca yönelik olarak var olduğu teziyle cevap vermek mümkündür. Bu düşünce tarzı, yani varoluşu bir nedene ve bir amaca tâbi kılmak, insanın hayatı ve dolayısıyla kendi varoluşunu “anlamlandırma”, böylece kendini meşru kılma girişimlerinden ilki olabilir. Bu nedenle insanı, maddî ve ruhî hayatını, yani canlılık durumunu sürdürebilmek için anlam aramak, anlam üretmek ve anlam atfetmekle yükümlü bir varlık olarak düşünebiliriz. Anlamak fiili ile ilişkilendirebileceğimiz anlam, insanın yaşamını sürdürdüğü ortamı ve o ortama hâkim olan ilişkiler ağını anlayabilmesini içeriyor. Burada öncelikle canlılık durumunu sürdürmenin bir şartı olarak güvenlik sorunuyla karşılaşıyoruz. Güvenlik duygusu, anlam arayışını zorunlu kılıyor çünkü insanın çevresinde anlam veremediği bir şey, anlayamadığı bir ortam, onda doğrudan şüphe, tedirginlik ve korku gibi ihtiyat ve tedbir gerektiren duyguların ortaya çıkmasına, güven duygusunun ise azalmasına neden oluyor. Dolayısıyla doğada ve toplumda çevremizden edindiğimiz her bilgi, bize sunulan her veri, doğrulama ve yanlışlama içeren yargı gücü, yetimiz üzerinden anlam ve güvenlik üretebilmemizin öncelikli koşulunu oluşturmakta.
İnsanın, Aristoteles’in deyimiyle toplumsal bir varlık (zoon politikon) olması, söz konusu anlama, anlam üretme etkinliğinin de kendisini toplumsal–kolektif paylaşımda belirgin biçimde göstermesini sağlamıştır. Böylece günümüz düşünce dünyasında da “iletişimsel eylem” kavramını, insanların anlam üretmek ve toplumsal ilişkileri şekillendirmek üzere, lisan ve diğer sembolik formlar aracılığıyla nasıl etkileşime girdiğini tanımlayan merkezi ifadelerden biri olarak ele almak mümkündür.