Fiil, varoluşun en açık tezahürüdür. Bu nedenle varlık, gerçeklik ve tamlık hep fiille ilişkilendirilir. Bir fiile yöneldiğinizde, eksikliğini çektiğiniz bir durumu elde etme ve bu yolla tamamlanma yoluna girmiş; fiil öncesinde mevcut olmayan bir anlamı gerçekleştirmiş olursunuz. Gerçekleşme ve tamamlanma, fiille ortaya çıkar. Şayet fiil bir başlangıç ve sonu bulunmayacak şekilde sürekli ise orada artık gerçekleşmeden, var olmadan ve tamamlanmadan değil; bizzat gerçeklikten, varlıktan ve tamlıktan söz eder hale geliriz. Bu seviyede fiil, doğrudan doğruya varlık, gerçeklik ve tamlıkla özdeş hale gelir. Böylece fiil, varlığın özünü ele veaile karşılık sükûn; yoksunluk, yarı–gerçeklik ve eksikliktir. Yokluk değildir, çünkü yokun sükûnundan bahsedilemez, ancak bir kez var olma fiili ertesinde mevcudiyet kazanmış bir şeyin sükûnundan söz edilebilir. Bu haliyle sükûn, yetkinliğini sükûn ettiği hâlde bulan mevcutlar için kendi içinde mütemâdi bir gerçekleşme fiili, diğerleri içinse fiile dönük bir güç, hazırlık ve yönelim demektir. Böylesi bir içkin yönelim de kendi içinde izafi bir fiil, dolayısıyla gerçekleşme ve tamamlanma yönünde bir taleptir. Bu anlamıyla bakıldığında; fiil, varlık demektir ve karşılığında sükûn ya da kuvve değil, doğrudan doğruya yokluk bulunur.
Nasıl ki varlık, birçok anlama söylenen eşadlı bir sözcükse, bir başka deyişle tahakkuk bakımından dereceli bir yapıya sahipse fiil de öyledir. Tanrı’ya, cisme, bir özelliğe ya da bir olaya “var” derken aynı şeyi kastetmiyoruz, fakat yine de hepsine “var” dememizi sağlayan ortak, aslî bir anlamın bulunduğunu da biliyoruz. Bu nedenle varlık hakkındaki inceleme, bu aslî anlamın farklı mevcutlarda hangi yollarla çoğalarak farklı şekillerde tahakkuk ettiğine ilişkin bir incelemeye dönüşür. Varlıkta olduğu gibi fiil de böyledir. İrâdî fiilden, düşünüp taşınmaya dayalı ihtiyârî fiilden, tesadüfî fiilden, abes fiilden, bâtıl fiilden, tabiî fiilden ya da zorlamalı fiilden bahsederiz.