Gerçeklik ve Yasa
William James, “The Sentiment Of Rationality/Rasyonalite Duygusu” adlı makalesine “Felsefecilerin yerine getirmek zorunda oldukları görev nedir? Ve onlar neden felsefe yaparlar?” sorularıyla başlar. Ona göre felsefeciler, doğanın bir lütfu olarak herkesin zihninde taşıdığı oldukça parçalanmış ve karmaşık bir evren anlayışı yerine eşyanın bütününe dair rasyonel bir anlayışa sahip olmak isterler. Zira gerçeklik, bize olanca karmaşıklığı ile sunulmuştur. Biz de gerçekliği bir yerinden kavrayarak başka bir şeyle ya da diğer şeylerle bağlantısını kurmak isteriz. Tam bu noktada gerçekliğin bize sunuluşundaki karmaşıklığı gidermek ve anlamlı hale getirmek için “kuramlar/işleyişler ya da yasa” olarak adlandırılabilecek arka planlar geliştiririz. Dolayısıyla yasa marifetiyle birlikte gerçekliğin çokluğu ve karmaşıklığının bir kısmını düzenlilik zinciri içinde anlamlı hale getirebilir ve böylelikle olağan olanın adını koyabiliriz.
Açıktır ki her türlü gerçekliği anlamlandırmak için sorular sorma ve yanıtlar getirme arayışının önemli bir hattı “yasa” fikri olmuştur. Düşünce tarihinde yasa fikri, evrensellikler keşfetme ya da icat etme, düzen(sizliğ)i ve işleyişi tanımlama, genellik düzeyleri belirleme, yapı ve mekanizmalara ilişkin kurallar ve sabiteler tanımlama gibi içeriklere sahip olan bir düşünme biçimi olarak ifade edilebilir. Düşünce tarihinde “yasa” olarak adlandırabilecek kural, düzen, işleyiş biçimi ve evrensel rasyonalite türünden fikirler, çoğu zaman kapsamlı bir sorgulama, gözlem ve düşünme faaliyeti neticesinde ortaya çıkmıştır. Çoğu zaman gerçekliğin belirli düzeydeki sırrı muamelesi yapılmış olan yasa fikri, kesinlikçilik üzerinde yükselen, boşluğa yer vermeyecek bir biçimde kapsayıcılığa sahip evrensel bir sabite konumunda olan, zaman ve mekândan münezzeh, iradî eylem kapasitesinin ötesindeki kaskatı bir genellik ifadesi olarak anlaşılmıştır. Ancak bir gösteren olarak yasa fikrinin bilginin kaynağı, elde edilme biçimleri, erişebildiği menzil başta olmak üzere bilginin neliği tartışmalarını ve epistemolojinin tüm katmanlarını içeren bir alan olduğu unutulmamalıdır. Nitekim kolaycı ve vülger yaklaşımlar, yasa kavramının ortak kullanımı gerekçesinden hareketle yasaların ne türden yasalar olduğunu, hangi felsefî zemin üzerinde yükseldiğini nedense ele almak istemezler. Oldukça teknik bir okuma yaparak yasa fikrini tarihsel–ideolojik bağlamda hem rehin alırlar hem de zimmetlerine geçirirler. Nitekim günümüzde Pozitivizm ve Marksizm, yasa fikrini hem üzerine zimmetlemiş hem de yasa fikrinin anlamı üzerine bir ipotek koyarak yukarıda sözü edilen niteliklerle yüklü kendi yasa anlayışını yasanın tek içeriği olarak sunma hamlesini geliştirmiştir. Pozitivizmin toplumsal ve doğayla ilgili gerçekliği teolojik, metafizik ve pozitif olarak adlandırdığı üç hal yasası ile Marks’ın “artı–değer” ve “insan tarihinin gelişme” yasaları öylesine başarılı olmuştur ki yasalardan söz etmek, artık pozitivist ve Marksist olmakla eşdeğer görülmüştür. Epistemolojik bağlamdaki yasalar, adeta pozitivizmin ve Marksizmin markası haline gelmiş ve onlar tarafından rehin alınmış bir kavram hüviyetindedir. Günümüzde bu işi liberalizmin yüklendiği görülebilir.
Yukarıda zikredilen hususa rağmen yasa kavramsallaştırmasını kullanmak asla bir kabahat ya da suç değildir. Günümüzde gerçekliği anlamaya yönelen tüm yaklaşımlar, “yasa koyma, yasalar oluşturma özelliğine sahip” nomotetik epistemoloji ile “her olayı kendi tekilliği içinde betimleme özelliğine sahip” olduğunu savunan idiyografik epistemolojiyi kullanmak zorunda olduklarını fark etmişlerdir. Nomotetik epistemoloji, yasa arayışı temelinde evrenselliğe vurgu yapan bir pozisyonda iken; idiyografik epistemoloji de kullandığı yöntem itibarıyla ve tüm tikellerin eşitliğini vazetmesi nedeniyle, tersine bir evrenselliği ifade ettiğini söylemek durumundadır. Görünüşte iki epistemoloji birbirine mutlak olarak karşıt bir biçimde algılansa da yapısal olarak aralarında bir koşutluğun varlığından bahsedilebilmek mümkündür.
Pragmatizm ve Gerçeklik
Genel olarak fikirlerin, inançların, önerilerin yararlılığı, işlerliği ve pratikliğinin, değerlerinin ölçütü olduğu ilkesine dayanan bir felsefe okulu olarak pragmatizme göre yasa fikrinde dikkat edilmesi gereken esas nokta, yasanın diğer doğrularla ve yaşamsal çıkarlarla çatışmamasıdır. Zira ilk matematiksel, mantıksal doğa yasaları keşfedildiğinde insanlar işlerinin sabitleştiğini, kolaylaştığını ve güzelleştiğini görünce bu durumun büyüsüne kapılmışlar ve Tanrı’nın ebedi fikirlerini doğru bir şekilde çözümlediklerini düşünmüşlerdir. Ancak bilimler ilerledikçe yasaların çoğunun belki de tamamının kesinlikten uzaklaştığını görmüşlerdir. İnsanların bu keşif halinin devamlılığı ve keşfedilen kanunların sayısının büyük ölçüde artması ile birlikte artık yasaların mutlak doğru olduğu düşüncesi, yerini onların faydalanılabilecek şeyler olduğu düşüncesine bırakmıştır. Bu yüzden teorilerimizin büyük faydası eski olguları derleyip toparlayıp bizi yenilerine götürmesinde yatar. Bu noktada doğruların, yasaların, inançların önceden belirlenmiş ve sonsuza kadar da böyle sürecek şeyler olduğunu düşünmemiz, çoğunlukla yapılan yanlışlardan biridir. Doğrularımız, doğrulamalarımız, düzenlemelerimiz, yasalarımız ya da bize dair olan her şey, tarihsel sürecin sonuçlarını ifade eden soyut isimleri temsil eder.
Klasik pragmatizmin temsilcilerinden biri olan William James, gerçeklik ve dolayısıyla yasa fikrine dair anlayışını Pragmatizm adlı eserinde vermiş olduğu akvaryum örneği ile anlatır. James, bizi bir akvaryumun düz camından bakmaya davet eder. Akvaryumun karşısında da bir ışığın ya da mumun olduğunu farz etmemizi ister. Biz mumdan çıkacak olan ışığın yansımasını ancak suyun içerisinde görebiliriz. Mumdan çıkan hiçbir ışık, suyun ötesine geçemeyecek, ışınların tamamı bütünüyle derinlere doğru geri yansıtılacaktır. James’in vermiş olduğu bu örnekte su, duyulur olguların dünyasını; suyun üzerindeki hava ise soyut düşünceler dünyasını temsil etmektedir. James ikisinin de gerçek ve birbiriyle etkileşim içerisinde olduğunu ancak bu etkileşimin yalnızca onların sınır hattında cereyan edebileceğini söyler. Tam bu noktada eğer insanlar içinde yaşadıkları olgular âlemini göz ardı ederek sadece soyut ilkelere yönelirse ve her şeyi belirleyen bu ilkelerin insanlar üzerindeki mutlak gücünden söz ederse o zaman karşılaşacakları kaçınılmaz sonuç, ulaşamadıkları idealler aleminin altında ezilmeleri olacaktır. Yine James’in soyut ilkelere bakış açısını yansıtan başka bir örneği de zikredilen eserin “Pragmatizm ve Hümanizm” bölümünde verilmektedir. James bu bölümde soyut olarak soğuk gecelerin arkasındaki kış kavramını ele alır. James’e göre soğuk gecelerin arkasında kış olması, yarın hava yeniden ısınabileceği için herhangi bir şeyi garanti etmez. Kış gibi kavramlar bazı alışkanlıkların isimlendirilmesidir. Bu noktada kış kavramının pratik alanda ortaya koyduğu somut fark, bizim kışa uygun bir şekilde davranmamızdır. Mesela daha kalın kıyafetler tercih eder ya da yanımıza şemsiye alırız. James’in ifadesiyle; “geçmiş deneyimler tarafından beslenen bu tür soyutlamaların gerçekliğini inkâr edecek son insanlar pragmatistlerdir.” Ancak bu durum kendi doğrularımızı metafizik hakikat üstünlüğüne çevirip insanları tek tipleştirmeye çalışmaya ya da hiçbir fikrin değişmeyecekmiş gibi ateşle savunulmaya değmeyeceğini unutturmamalıdır.
Pragmatistler aklın en temel ilkelerinin bile pratik sorunları çözmeye yöneldiğini dile getirirler. İnsanın tüm düşünceleri belirli bir ereğe yönelmiştir. En temel doğrular bile insânî ögeler tarafından belirlenen bir süreç neticesinde ortaya çıkmış ve belirli testlerden geçtikten sonra “doğru” sıfatını kazanmıştır. O hâlde yasalar veya “bütün doğrularımız gerçekliğe duyduğumuz inançlarımızdır”. Başka bir ifadeyle; “gerçeklik, genel olarak doğruların dikkate almak zorunda olduğu şeydir.” Bu anlayışa göre gerçekliğin birinci kısmı, duyumlarımızın akışıdır. Duyumların nerden geldiğini bilemeyiz, onlar kendilerini bize dayatırlar. Onlara doğru ya da yanlış diyemeyiz; sadece vardırlar. Bir şeye doğru ya da yanlış diyebileceksek eğer, o da bizim onlar üzerindeki teorilerimizdir.
Gerçekliğin ikinci kısmı, inançlarımızın dikkate almak zorunda olduğu duyularımız veya onların zihindeki kopyaları arasındaki ilişkilerdir. Bu ilişkide iki alt kısımdan bahsedebiliriz. İlki değişebilir, arızî olan, tarih ve yer türünden ilişkiler; ikincisi ise benzerlik ve benzemezlik açısından sâbit ve aslî olan ilişkilerdir. James’e göre önemli olan ikinci tip ilişkilerdir. Nitekim dünya, her gün yeniden kurgulanır. Ancak biz bunu anlamlı hale getirebilmek için dünkü deneyimlerimizi benzerlik ya da benzemezlik üzerinden bugünümüze taşırız. Böylelikle dün yaşadıklarımız ile bugün yaşadığımız ya da yaşayacağımız şeyler arasında bir süreklilik ilişkisi kurarız. Örnek olarak dün yapılan yemeği bugün yerken, ne bugünkü yemek dünkü yemeğin aynısıdır ne de dünkü yemek ile bugünkü ben arasında bir aynılık vardır. Bunu insan benliği için söylemek de mümkündür. İnsan kendini bir sürekliliğin ya da bir standardın altına alır ve dününü bugününe benzeme ya da benzememe yolu ile taşıyarak hem kendine hem de başkalarına güven vermeye çalışır. Böylece insan, “ben bunu yapmamalıydım” diyerek kendine güven sağladığı gibi; “bunu yapmamaya çalışacağım” diyerek motive de sağlar. Çünkü süreklilik, ancak ben idrâki üzerinden sağlanabilir.
Gerçekliğin üçüncü kısmı, önceki doğrulardır. Yukarıda da ifade edildiği üzere bilgilerimizin çoğunluğu, önceki doğrulara dayanmaktadır. Bunu bir insan üzerinden örnekleyerek açıklayalım: Birey, önceden bir fikir stokuna sahiptir. Fakat bir zaman sonra kendini zora sokan bir deneyimle karşılaşır. Ancak her insan gibi o da fikir stokunu elinde tutmak ister ve bu yeni bilgi kendisinde bir iç sıkıntısına sebep olur. İç sıkıntısını en aza indirgeyene kadar fikir değişimleri yaşar. Ancak bu stok hâlâ yerini korumaktadır ve yeni gelen, stokla irtibatlandırılır. Önceki doğru stoku böylelikle en az değişiklikle muhafaza edilmiş olur. James, gerçekliğin bu üç öğesi belirli olsa da onlarla olan münasebetimizde yine de bazı ölçülerce özgür olduğumuzu söyler. Ona göre duyularımız bizim kontrolümüzün dışında olsa bile onların nereye yönlendirileceği, hangisine ilgi duyulacağı bizim elimizdedir. Bu yeni bilgi, sadece gelir ve eklenir; ondan sadece “var” diye bahsedebiliriz. Doğru, bizim onlara dair söylediğimiz şeydir. Sâbit olanı, aynı olguları farklı şekillerde okuruz. James bunu açıklamak için Waterloo örneğini vermektedir. İngiliz için Waterloo, zafer anlamına gelirken; Fransız için bir mağlubiyettir. Aynı olan, bakıldığı yere göre farklı yorumlanabilir. Biz gerçeklik hakkında değil bakış açımız hakkında konuşmuş oluruz. Bir şeyin varlığı kendine bağlıyken, o şeyin ne olduğu tamamen bize bağlıdır. Bu tavrımız, ebedi gerçeklik dediğimiz matematik, geometri gibi doğruluk yapıtları için de geçerlidir. Bu yapıtlar oluşuncaya dek şu ya da bu şeklide okur, sınıflandırır, birini veya başkasını temele alırız. Mesela matematiği kalıcı doğru yapan faktör uzun zamandır pratik deneyimler alanında temin ettiği faydadır. İnsanlar yaptıklarıyla birlikte gerçekliğin maddesine ilave ettikleri olguları, bunları dile getirmeden gerçekliğin üçüncü kısmına zaten eklemiş bulunmaktadır.
Gerçeklik, insan düşüncesinden bağımsız olarak ele alındığı sürece ulaşması zor bir yerde duracak ve böylece senin deneyiminin karışmadığı bir çeşit soyut, hayali ilkeye indirgenmiş olacaktır. Terry Eagleton, Azizler ve Alimler adlı eserinde şunları söylemektedir: “Bir derinlik hayaline saplanmış budalalar olduğumuz için gizli olanı arıyoruz. Gerçekliğin dayanılmaz buradalığını görmemek için çırpınıyoruz.” Nitekim James de gerçeklik adını verdiğimiz şeyin, algılananın üzerindeki yorumlar olduğunu dile getirmektedir ki bu da bizi felsefenin en önemli sorularından bir tanesine götürür: Algıladığımız dünya, gerçek dünyayı ne kadar temsil eder? Tam bu noktada Schiller, “gerçekliğe ulaştığımızı sandığımız yerde elimizde olan onun hep sahtesidir” derken; Bradley, “gerçeklik ile karşılaşırız ancak ona sahip olamayız” diyerek durumuzu gözler önüne serer. James, bu hususlardan hareketle “doğruluk bizim gerçeklik hakkındaki inancımızdır” diyerek doğruluğun içinde birtakım insânî ögelerin bulunmasını çok normal olarak niteler. Bir insan adım atarken daha çok sağ ayağını mı kullanır yoksa sol ayağını mı? Nehir mi yatağı oluşturur yoksa yatak mı nehri? Her iki ihtimal de mümkün olabileceği için kesin olarak cevap vermek güç gözükmektedir. Bu gibi sorulara cevap vermeye çalışırken karşılaştığımız zorluk gibi, gerçek olan ile insânî ögeleri kesin bir şekilde birbirlerinden ayırmaya çalışmak da bir hayli zor ve bir o kadar da anlamsızdır.
William James’e göre insan, gerçekliği amaçlarına uydurmak için tasarlar. Gerçeklik de pasif bir şekilde buna itaat eder. Yirmi yedi sayısına örnek olarak üçün küpü ya da “26+1” diyebiliriz. Antik Yunan filozoflarından Phytagoras’ın sayı mistisizminde henüz sıfır olmadığı için on yerine “1+2+3+4” deniliyordu. Başka bir örnek verecek olursak, bir çizginin doğuya doğru ya da batıya doğru gittiğini söylemek mümkündür. Aynı takımyıldızına “Kepçe” ya da “Büyük Ayı” gibi farklı isimler verebiliriz. Bir konferansta konuşmacı, bayanlar ya da baylar demek yerine izleyiciler, konuklar diyebilir. Bu algılama biçimlerinin hiçbiri yanlış değildir. Bu nitelemeler, birini diğerinden daha doğru ya da yanlış yapmaz. Biz duyulur gerçekliğe bir müdahalede bulunuruz ve gerçeklik de pasif bir şekilde buna müsamaha gösterir. James, bu sonuca varmaya “Hümanist İlke” demektedir. Bu yüzden gerçeklikten insânî ögeleri ayırmak mümkün değildir. İnançlarımız neyi algıladığımızı, neyi algıladığımız neyi yaptığımızı, neyi yaptığımız da neyi deneyimlediğimizi belirler. Bu akış başından sonuna kadar bizim kendi yaratımımız olarak kalır.
Sorulması gereken soru şudur: Bu akışa olan ilavelerimiz, bir değer katar mı ya da değersiz midir? Lotze, gerçekliğin bir yerde durduğunu ve bizim anlamamızı beklediğini söyler ve ekler: “Ancak betimlemeler gerçekliğe yamadığımız önemli ilaveler olamaz mı?” Schopenhauer, betimlemeye şu sözleriyle vurgu yapar: “Dünyada güzel yoktur sadece üzerine yapılmış betimlemeler vardır.” Benzer şekilde Yaşam Bilgeliği Üzerine Aforizmalar kitabında kıskançlık üzerine şunları söyler: Kıskanılması gereken kişilerin sahip oldukları değil, sahip olduklarını nasıl betimledikleridir. Çünkü sıradan bir akla sahip birisi herhangi bir olayı sıradan bir şekilde anlatırken; aynı olay başkası için heyecan verici olabilir. Aynı şekilde asıl önemli olanın betimlemelerimiz olduğunu Epiktetos şöyle dile getirir: “Istırap, yaşanılan olaylarda değil; onları değerlememizden sonra ortaya çıkar.” Bu örneklerin Hümanizm ile olan bağlantısı, gerçekliğin hem öznesine hem yüklemine ilaveler yapmamızdır. Önemli olan olaylara bakış açımız ve değerlendirmelerimizdir.
Pragmatizmin soyut ilkelere karşı olan bu tavrı, onu rasyonellikten ayıran noktaları ortaya koymaktadır. Rasyonalizmde gerçeklik, ezelden beri vardır ve tamamlanmış durumdadır. Gerçekliğin belirli olması hayat karşısında sürprizlerle karşılaşmaya imkân vermez ve dünyayı güvenilir bir yer yapar. Pragmatizme göre ise gerçeklik, bir oluş halindedir. Ancak Pragmatizmde evren, maceralarla doludur. Platon’un Theitatos diyalogunda Sokrates’in Protogoras’a yönelttiği eleştiri gibi Bradley de “söylediğinize göre her söylenenin doğru kabul edilmesi gerekir” diyerek pragmatistlere bir eleştiri yöneltir. Ancak bu eleştiri, şunu göz ardı etmektedir ki Pragmatisler, gerçekliğin sadece kopyası ile yetinmemeyi ve gerçeklik dirense de şekil verilebilecek bir enerji olduğunu söylemektedir. Pragmatistlere göre evrenin; bitmemiş, düşünen insanların işbaşında olduğu, gittikçe büyüyen tek bir nüshası vardır. Rasyonalist çevrede ise sonsuz nüsha vardır. Bunlardan biri, ezelden belirlenmiş ve tamamlanmış olan bir nüsha; bir diğeri ise tahrif edilmiş, kendince bozulmuş olan nüshalar... Bu ayrım, metafiziksel hipotezle birlik ve çokluk olarak karşımıza çıkmaktadır. Pragmatisler, bu çokluk içerisinde doğruluğun ortaya çıktığını ve büyüdüğünü söylerler. Ancak Rasyonalistler, Pragmatisleri bu evrenin bir dayanağı olmadığı için eleştirirler. Bu başıboş âlemi düzen içine sokacak, sâbit kılacak, dayanak olacak bir şey lazımdır. Bu noktada radikal Rasyonalistler, “zorunluluk” kelimesini çokça kullanarak kuramcı ve otoriter bir tutum sergilerler. James, buna fiili eylemlerimizin arkasında, her şeyi gizli olarak içinde barındıran ikinci bir kopya gibi der.
Pragmatizm ve Yasa
Felsefenin sınırları içinde daha dengeli bir yaklaşmayı destekleyen ve en güçlü felsefî programların hâlâ uygulanabilir gücünü sağlayan “tarihsellik” ve “kültürel dünyanın indirgenemezliği” hususları şimdilik pragmatizmin yeterince güçlü kalacağı yasaları seslendirir. Nitekim pragmatizmin tüm dünyada 1970’lerden sonra tekrar canlanışı, büyük ölçüde Kant ve Hegel’in artık çözülemeyen —açıklayıcı ya da normatif olarak pratik söylem için kapalı bir kategoriler sistemi sunan— görüşlerinin farkına varılmasıyla başlar. “Kant–öncesi” dünyadaki bilişsel ayrıcalık varsayımlarını yenilgiye uğratan Hegel, Kant’ı insan dünyasına geri getirerek, ama aşkınsal soruyu da terk etmeden, bilişsel yetkinliğin herhangi bir hiyerarşik düzenini haklı çıkarma iddiasında bulun/ul/masını engeller. Hegel bunları savunurken benliği de ikincil niteliğiyle tarihselleştirilen, olanaklı kılan bir kültürün içsel Bildung’una yerleştirir. Pragmatizmin klasik döneminin tamamlanmamış projesine cevap olan ve Kantçı epistemolojik gelenekten bütünüyle ilişkiyi kesen bu yaklaşım, Dewey’in Deneyim ve Doğa’sını ya da Peirce’ün yanlışlanabilirlik anlayışlarını gündeme getirerek felsefenin geleneksel dilinden uzaklaşır.
Yine pragmatik projenin Darwinci okuması da biyolojik ihtiyaçlarımızın çözümü ile kültür dünyasının kendine özgü bulmacaları arasında herhangi bir özsel süreklilik bulamayacağımızı; Peirce’ün sonsuza kadar takip edilen “hakikat” yerine Dewey’in “garantili iddialılık” olarak adlandırdığı şeyi kasıtlı olarak gayri resmi bir şekilde savunabileceğimizi savlar. Bu husus, Pragmatizmin doğanın tekdüzeliklerine yönelik arayışımızın sonsuzluğunu onaylayarak ama tarihin nihai telosuna dair herhangi bir iddialı kavrayıştan çok bir umuda bağlanarak gerçekleşir. Bunun anlamı, sonsuz sorgulamanın sonlu bir zamanda sürdürülmesinin imkânsız olduğu gerçeğine rağmen sorgulama kavramı için anlamlı ve düzenleyici bir kullanımın, yani inanca ulaşmada şüphenin giderilmesini bulabileceğimiz hususudur. Nitekim bu husus, metafiziği idealist terimlerle ele almadan, realizm ve idealizmin ayrılmazlığını böylesine anlamlı bir şekilde birleştirmeyi seslendirir.
Yukarıda da belirtildiği üzere Pragmatizm, doğruluğun pratik sonuçlar ve faydalar üzerinden değerlendirilmesi gerektiğini savunarak felsefeyi soyut teorilerden yaşamın somut gerçeklerine yaklaştırmıştır. Söz konusu tutum, bilginin kültürel ve tarihsel bağlam içinde şekillendiğini ve bu bağlamla anlam kazandığını savunur. Bilgi, soyut ya da zamandan ve mekândan bağımsız bir yapı olarak görülmez; aksine; bireyin yaşadığı kültürel çevre, tarihsel dönem ve karşılaştığı pratik sorunlarla doğrudan bağlantılıdır. Bu yaklaşımda bilginin kaynağı ve geçerliliği, ortaya çıktığı sosyal ve kültürel bağlamdan bağımsız değildir. İnsanın bilgiye ulaşma süreci, içinde bulunduğu dönemin toplumsal ve tarihsel koşullarıyla iç içedir. Her dönemin kendine özgü toplumsal, ekonomik, politik ve kültürel dinamikleri, insanların düşünme biçimlerini, bilgiye yaklaşımlarını ve gerçeği nasıl tanımladıklarını etkiler. Bu nedenle, bilgi ve gerçeklik, sabit ve evrensel kavramlar olarak değil, zamanın akışı içinde değişken ve tarihe bağlı olarak değerlendirilir.
Yukarıda da vurgulandığı gibi, Pragmatist bakış açısına göre bilgi, sâbit bir hakikate ulaşma amacıyla değil; her dönemin ve toplumun sorunlarına pratik çözümler bulma çabasıyla oluşur. Bilgi, tarihsel ve toplumsal bağlamlarda sürekli olarak yeniden şekillenir. Bu perspektif, öznenin bilgi edinme sürecinde ahistorik bir ayrıcalığa sahip olmadığını, aksine her dönem ve bağlamın ihtiyaçlarının bilgiyi dinamik bir yapıya kavuşturduğunu gösterir. John Dewey’in de belirttiği gibi bilgi, toplumsal kurumlar, gelenekler ve değerler aracılığıyla bireylere aktarılır. Bireyin bu bilgiyi anlama, yorumlama ve kullanma biçimi, içinde bulunduğu toplumun kültürel normlarına ve değerlerine bağlıdır. O hâlde bilgi edinme süreçleri yalnızca bireyin zihinsel bir faaliyeti olarak değil; aynı zamanda toplumsal bir etkileşim süreci olarak görülmelidir.
Pragmatizmin pratik yaklaşımı, onu tarihî tecrübeciliğe her ne kadar yakınlaştırsa da aralarında bazı farklar bulunur. Her şeyden önce Pragmatizm, önceki fenomende değil sonraki fenomende vuku bulabilecek eylemin imkânları üzerinde ısrar eder. Henüz geçmiş ve tekrarlanan olguları içeren bir tecrübecilik, hürriyete ve imkâna yer vermez; genel kavramlar ve fikirler için yer bulmaz, onlara en azından özetler veya kayıtlar kadar değer vermez. Fakat Pragmatizm açısından ele alındığında genel fikirlerin, kaydedilmiş ve nakledilmiş tecrübelerden daha değişik bir role sahip olduğu görülür. Tecrübeler, gelecekteki gözlem ve tecrübelerimizin organize edilmesinde temeldirler. Sonuçların değeri, doktrini bizi geleceği göz önüne almaya, hesaba katmaya sevk eder. Geleceğin göz önüne alınışı, bizi; evrimi tamamlanmamış bir evren anlayışına, James’in terimiyle “yapılmakta olan”, “oluşma sürecinde olan” hareketli bir evren anlayışına ve belirli bir noktaya kadar da “plastik bir evren” anlayışına götürür. Bu yönüyle akıl, yaratıcı bir fonksiyona sahiptir, dünyayı daha anlaşılabilir yapar, ona hakikî bir değer verir.
Pragmatist filozofların üzerinde durduğu meselelerden biri olan “dil”, hem Pragmatizmin hareket ettiği ilkeyle hem de kültürellik ve tarihsellikle yakından alakalıdır. Çünkü dil, insanların dünyayla ve birbirleriyle etkileşime girdikleri temel araç olmasının yanı sıra toplumun tarihsel deneyimlerini, kültürel normlarını ve değerlerini yansıtır. Pragmatistler, idealist ve rasyonalist filozofların, dilin zihni şekillendiren rolünü ampiristlerden daha iyi kavradığını kabul etmekle birlikte; fiziksel ve zihinsel olan arasında yaptıkları ayrım nedeniyle zihni ve dili doğaüstü bir şey olarak kabul etmelerini eleştirirler. Ampiristler ise dili düşüncenin iletimini sağlayan mekanik bir sistem olarak görmüş ve dilin düşüncedeki yaratıcı rolünü fark edememişlerdir. Dewey, fikirlerin kelimelere aktarılmasındaki psiko–fiziksel rolünü teslim etse de konuşmanın nesnesine algılanabilir karakteri veren onların söylem içinde somutlaşmasının nedeni olduğunu belirtmiştir. Dili, insanın doğal bir ortaklık fonksiyonu olarak değerlendirmiş ve konuşmanın fiziksel ya da insanî olaylara anlam ve önem verdiğini vurgulamıştır. Dewey’e göre konuşma, bir fiilde bulunma ve bir ilişkiye katılmadır; anlam ise bu ilişkide yer alan bireylerin iş birliğini içeren düzenli ve çıkarımsal davranışların bir özelliğidir. Bu açıdan anlamlılığı ortaya çıkaran, diğer insanların eylemlerine verdiğimiz tepkiler aracılığıyla oluşan bu iş birliğidir. Bu yönüyle anlamlar, doğanın yasalarını ya da evrensel gerçeklikleri yansıtmaz; bireylerin ve toplumların etkileşimleriyle sürekli değişen ve gelişen bir olgudur.
Pragmatizm açısından şeyler ile anlamlar arasındaki uyum, insanlık tarihindeki en önemli keşiflerden biridir ve bu uyumun konuşma ve sosyal etkileşimden önce var olduğu düşüncesi bir yanılsamadır. Zira bu varsayım, ideal özlere olan inancı doğurmuş; evrenin gramatik bir düzene göre inşa edildiği fikri; felsefe, bilim ve teolojinin temelini oluşturmuş ve doğanın bu yapay düzeninin kaynağı haline gelmiştir. Dewey bu bağlamda, Avrupa felsefî geleneğini şekillendiren fizik ve metafizik anlayışını eleştirmiş, bu geleneği oluşturan “tözler” ve “nitelikler teorisinin” aslında dilin yapısının ve toplumsal iş birliğinin baskı ve fırsatları üzerine kurulan formlar olarak anlaşılması gerektiğini savunmuştur.
Yine Pragmatizmin bilgi edinme süreçlerine yönelik özne merkezli epistemoloji eleştirileri ve kültür ile tarihselliğe yaptığı vurgu ve dil hakkındaki görüşleri, bilginin bağlamsallığını öne çıkarması, bilginin nesnelliği ve evrenselliği üzerine yapılan klasik tartışmalara yeni bir boyut kazandırmıştır. Geleneksel düşünce, genellik ile realizm ve göreceliliği birbirine karşıt felsefî yaklaşımlar olarak ele almıştır. Hatırlanacağı üzere klasik felsefede gerçeklik, mutlak ve değişmez olarak değerlendirilirken; görecelilik ise daha çok öznelliğe ve kültürel farklılıklara vurgu olarak anlaşılmıştır. Bilgiyi somut farktan hareketle ele alarak yaşamın içerisine yerleştirmesi ve bu yönüyle bilginin belirli bir toplumsal ve tarihsel bağlama göre değişmesi, hakikatin nesnel ve evrensel olup olmadığı sorusuyla doğrudan alakalıdır. Bu noktada Pragmatist felsefe, realizmin nesnel ve bağımsız bir gerçeklik anlayışı ile göreceliliğin bağlama dayalı bilgi anlayışı arasında bir denge kurmaya, bu iki felsefî yaklaşımı bir araya getirerek felsefeye daha bütüncül bir perspektif kazandırmaya çalışmıştır. Pragmatizm, bu iki kavram arasındaki gerilimi yeniden değerlendirerek bilginin hem bağlamdan bağımsız bir hakikate ulaşma çabasını hem de bu bağlamların bilgiyi şekillendiren etkisini göz önünde bulunduran bir yaklaşım geliştirmeyi amaçlamıştır. Pragmatistler, gerçekliğin hem sâbit hem de değişken unsurları olabileceğini ve bu iki unsurun belirli bir bağlam içinde bir araya getirilebileceğini savunmuştur. Buna göre Pragmatizmin yasasının gerçekliği, olguları, fenomen dünyayı, diğer doğruları, gündelik yaşamı dikkate alan, metafizik temelli ilkeler gibi donuk, mutlak, evrensel olmayan, bireyi ve yerelliği, kültürü dikkate alan bir yasa olabileceğini; bu özellikleri haiz olmayan yasaların Pragmatizm evreninde anlamsız ve işlevsiz olduğunu fark etmek gerekir.