İhsan Fazlıoğlu: Gerçeklik dediğimiz şey bir soru konusu kılınacaksa öncelikle bu gerçekliği idrâk eden, bu gerçeklik üzerine konuşan insanın ve idrâk imkânlarının yani kognitif(bilişsel) yapısının konuşulması gerekir diye düşünüyorum.
Tahsin Görgün: Gerçeklik hakkında konuşurken insanın konuya kendisi ile başlamasının, ilk bakışta hep şikâyet ettiğimiz Kartezyen tavra düşme riski var. Nitekim bu tavır Gerçeklik’i özne’nin kararına bağladığı için bugün yaşadığımız büyük sorunların kaynağını teşkil ediyor. Bu konuyu konuşurken Batı düşüncesinin son dört yüz yılı aşan tarihini ibretle takip etmek de gerekir. Dolayısıyla nereden başlamak gerekir sorusunu cevaplarken bu tecrübeyi de dikkate almamız lazım.
İhsan Fazlıoğlu: Evet! Dediğinize katılmakla birlikte, buradaki çıkış noktam Descartes’in ‘cogito’su değil. Fahreddin Râzî’nin “herhangi bir nesne hakkında bilgi üretebilmek için önce insanın kendi zâtını bilgiyle dönüştürmesi gerekir ki, dışarıya uzanabilsin” ilkesinden hareket ediyorum. Şüphesiz buna da itiraz edebiliriz. Yine de şunu eklemek isterim: İstidlâlî/rasyonel anlamda varlık hakkında konuşurken insanı merkez alabiliriz; ancak varlık ya da gerçeklik hakkında konuşmanın tek imkânı istidlâlî/rasyonel konuşma değildir. Descartes, analitik geometriyi örnek aldığı için belki cogito’yu öne çıkarmış olabilir. Çünkü en nihayetinde analitik geometri biçimsel bir inşa olarak dışarıdan alınmaz. Burada şunu bir fikir olarak ileri sürebilirim: İnsan kendini idrâk ettiğinde, kendi ötesinde bulunanın bir tür hadsî, keşfî, şühûdî vb.idrâkine de erişir. Hatta bu yapının esas itibariyle kendi idrâkinin de zemininde bulunduğunu; yani en temelde, altta yatan bir ilke olduğunu, zaten bir şekilde idrâk eder.
Tahsin Görgün: Ama şöyle bir durum var, onu da birlikte düşünmekte fayda var gibi geliyor bana. İnsanın benliğinin farkına varması aslında kendi dışında bir çevreyle irtibat kurduktan sonra başlıyor sanki. Yani şöyle söylemek, şunu birlikte düşünmek daha isabetli olur gibi geliyor bana: Bizim kendi dışımızdaki eşya ile irtibatımız hem o eşyayı hem kendimizi birlikte, birbiri ile irtibat içerisinde kavramaya bağlı olarak tahakkuk ediyor.
İhsan Fazlıoğlu: İki farklı kavram kullanıyoruz sayın hocam. Kendimiz dışındaki eşyayla irtibatlı olmak, onları fark etmek bir şey; idrâkin konusu kılmak başka bir şey diye düşünüyorum. Burada idrâkten bahsediyorum. Dediğiniz gibi, bizim kendimizi fark etmemiz, biz olmayanlarla irtibatımızla alakalı. Zaten tek başına evrende ben varsam, ilk bilemeyeceğim kişi benimdir. Çünkü başkası olmayınca ‘ben’, bana işaret edemem. Ama burada daha üst seviyede gerçekliğin idrâki dediğimiz, kognitif(bilişsel) duruma işaret ediyorum. Farkındalık anlamında değil de doğrudan gerçeklik dediğimiz yapıyı idrâk etmenin asgari zemini insanın, ‘ben’ bile değil, ‘kendilik’ dediğimiz zât kısmının bilgiye dönüştürülmesidir. Zâtın kendi de belki bir ‘ontik gerçekliktir’. Ama biz onu da bilgiye dönüştürüyoruz ve böylece idrâk düzleminde başka nesneleri bilgiye dönüştürme imkânı elde ediyoruz. Gerçeklikle bu şekilde irtibat kuruyoruz. Yalın, naif bir gerçeklikten bahsetmiyorum. Naif gerçeklik anlamında haklısınız. Ancak gerçekliği felsefî anlamda temellendirmek istiyorsak eğer, naif gerçekliğin üzerinde ister entelektüel ister felsefî gerçeklik diyelim böyle bir zeminden hareket etmememiz gerekiyor gibi geliyor bana...