Felsefe tarihinin belki de en önemli yarılması Platon ile Aristoteles’in gerçeklik anlayışlarında karşımıza çıkar. Varlık hissî olandan bağımsız idealarla mı yoksa ancak hissî olana gömülü küllîlerle mi özdeş kılınmalıdır? Asıl birey idea mıdır, hissî alanda var olan ya da en nihayetinde hissî alandaki hareketin devamının garantörü olan cevher midir? Platon Sofist diyaloğunda varlık üzerine yürütülen tartışmaları devler ile Tanrılar arasında bir savaşa benzetir. Herkes bu savaşta öyle ya da böyle, bilsin ya da bilmesin bir taraf tutar. Bu savaş hiç bitmez. Filozofların büyük gayretleriyle ağırlık merkezi taraflardan birine ya da ötekine kayar. Lâkin bu yarılmayı sadece gerçeklik hakkında bir konuşmaya yahut bu yarılmada taraf olmaya indirgemek pek doğru değildir. Çünkü bu yarılmanın aslî nedeni, böyle bir bakış açısını esas alarak hakkıyla anlaşılamaz. Konuya bir de Platon’un idealar kuramını geliştirmesinin arkasındaki gerekçe açısından bakmak gerekir. Platon neden diyalog formunda yazmıştır? Bu soruya basitçe şu cevap verilebilir: Diyalogların geçtiği sahnenin merkezine Sokrates’i veya Sokrates’e denk kabul edilebilecek bir başka bilge figürünü yerleştirmek için. Başka bir biçimde söylersek, Platon Sofist diyaloğunda bahsettiği savaşa, sırf düşünülür–duyulur karşıtlığında önceliği bir tarafa vermek üzere katılmamaktadır. Kendi seçtiği taraf, bir başka sorunun doğal bir cevabı olarak tahakkuk etmektedir: İçinde Sokrates gibi bir bilgenin var olduğu gerçeklik nasıl tasavvur edilebilir? Bu soru dikkate alındığında Platon’un tüm diyalogları bir bilge olarak Sokrates’in bir portresini çizmek üzere yazılmıştır da denilebilir.