Giriş
En eski düşünce geleneklerinin oluşmasından itibaren düşünürlerin ve filozofların çoğunluğu âlemin her bir parçasının bir diğerine muhtaç olduğunu, sürekli bir değişim ve hareket halinde bulunduğunu gözlemlediğinden, onun kendi kendisine var olamayacağını düşünmüştür. Çünkü muhtaç olma, değişim ve hareket gibi niteliklere sahip olan hiçbir varlığın kendi kendine yeterli olduğu düşünülemez. Nitekim bunların hepsi sonsuza uzanan bir sebepler zincirini gerekli kılmaktadır. Akıl, sonsuza uzanan sebepler zincirini/teselsülü boş ve anlamsız/bâtıl gördüğünden, varlığında hiçbir şeye muhtaç olmayan, hareket etmeyen ve değişmeyen bir ilk sebebin varlığını gerekli görür. Bu yüzden âlemin sahibi ve yaratıcısına, filozoflar tarafından İlk Sebep/es–Sebebü’l–Evvel, İlk Hareket Ettirici/el–Muharriku’l–Evvel ve Zorunlu Varlık/Vâcibu’l–Vücud gibi nitelikler atfedilmiştir.
Bu bakış açısından hareket edildiğinde, varlığın ontolojik olarak varlığında başkasına muhtaç olan/mümkün ve varlığında başkasına muhtaç olmayan/zorunlu olmak üzere iki temel kategoriye ayrılması gerekli olmuştur. Durum böyle olunca, doğal olarak mümkün varlığın Zorunlu Varlık tarafından nasıl meydana getirildiği sorusu gündeme gelecektir. Bu soruya cevap verme sadedinde karşımıza iki önemli gelenek çıkmaktadır: Vahye dayalı nebevî gelenekte Allah, âlemi kendi iradesi ve kudretiyle ilmine ve hikmetine uygun olarak yoktan yaratmıştır. Bu yüzden teologlara ve kelamcılara göre âlem sonradan yaratılmıştır/hâdistir. Salt aklî tefekküre dayalı felsefî geleneği temsil eden filozoflara göre ise âlem, Tanrı’nın zatından ezelde sudur etmiş ve taşmıştır. Bu noktadan hareketle Tanrı–âlem ilişkisinin keyfiyeti söz konusu edildiğinde karşımıza çıkan anahtar kavramlardan birisi hiç kuşkusuz inayet kavramıdır.