O müttakīler ki gayb-i Hakk’a iman ederler, yahut gıyâben dahi iman ederler. Ta‘bîr-i âharla onlar gözle değil kalb ile iman ederler. Onlar reyb-i küllîden âzâde oldukları gibi iman etmek için önlerine dikilmiş putlara, haçlara da bağlanmazlar, gözlerinin önünde bulunan bugünkü ve şu andaki meşhudât u mahsüsâta saplanıp kalmazlar, mâverâ-yı hissi, kalbi ve müte‘allakāt-ı kalbi tanırlar. İşlerin başı görülende değil; rûh, akıl, kalb gibi görülmeden görende, tutulmadan tutanda, zaman ve mekâna musahhar olmayarak maddeleri fırlatıp oynatan1, fezâları doldurup boşaltandadır. Onların kalb-i selîmleri, basîret ve firâset-i sâfiyeleri, akl-ı melekîleri, fehm-i sarihleri, nazar-ı sahihleri velhâsıl kābiliyyet-i iz‘ânları, seyyiâttan silkinebilecek hiss-i irfanları, me‘âlîye koşabilecek2 azm-i vicdanları, hüsn-i ihtiyarları vardır. Meşhûdât u mahsüsâtı yarar, kabuklarını soyarlar, içindeki özüne, önünde3 ve arkasındaki sırrına nüfuz ederler. Şâhid ile meşhûdu temyiz ederler, mahsüsâttan ma‘kulâta intikal edebilirler, hudûs ü fenâ içinde gaybdan şuhûda, şuhuddan gayba gelip geçip giden şu’ûnât-ı mahsüsenin satırları altındaki me‘ânî-i gaybiyeyi sezerler.
Fi’l-hakīka mevcûdât4 görülen ve görülmeyen, ta‘bîr-i âharla meşhud ve gayr-i meşhud olmak üzere ikiye ayrılır. Ve birçok hukemâ, hakikati, görülmeyen ve hatta görülemeyen (invisible) kısmında telakkī ederler ve buna âlem-i ma‘nâ, âlem-i emr, âlem-i akl veya âlem-i rûh veya âlem-i melekût derler ve felsefenin mevzû‘u olarak da bunu tanırlar. Fi’l-vâki‘ şimdiki garp felsefelerinde de şunu görüyoruz: Mer’î veya meşhûd-i hâricî bize havâss-ı hamsemizle5 geliyor ve bunların her birinin bir âmili var: Ziya, savt, [173] râyiha, tat, harâret ve bürûdet, biz bizzat bunları hiss ü müşahede ederiz ve bunlar vâsıtasıyla da diğer eşyâyı. Fünun ve bilhassa fünûn-ı tabî‘iye gösteriyor ki bunların her biri bir tecellîden, bir nümâyişten, bize bir görünüşten, bir şe’nden6 ibarettir.