Adaletin, her şeyi yerli yerine yerleştirmek/koymak olduğu ile ilgili formel tanım, şeylerin yerlerinin nasıl belirleneceği sorusu ile birlikte, bir belirsizlik kazanıyor. Yerini bulmak ve yerinde olmak, bu cihetten mutlak olarak belirlenmesi mümkün olmayan, ancak bunun için mutlak’ı iktiza eden bir hal ve ifade haline geliyor.
Adaletin yasa ile, yasanın ise, son iki yüzyıla kadar, ilâhî olan ile irtibatı müsellem olmakla birlikte, ilâhî olan ile irtibatı içinde yasayı ele almak istediğimizde, ilâhî olana muvafık yasanın ilâhî olma hususiyetini neyin belirlediği ve bunun nasıl bilineceği esaslı bir soru olarak kaldı.
Ancak son iki yüzyılda, otonomi fikri ve adaletin yasalarla olan irtibatı muhafaza edilmekle birlikte, yasaların ilâhî olan ile irtibatı ihmal ve inkâr edildi. Pozitif hukuk, bu cihetten adaleti insan/toplum iradesine bağlayarak, siyasetin bir fonksiyonu haline getirdi. Legitim (meşru, yasaya/şeriata uygun) ile legal (cari kanunlara uygun) arasındaki ayrım, bu cihetten anlamlı hale geldi. Legal olan birçok şeyin meşru/legitim olup olmadığı ile ilgili tartışma, –ilk bakışta ahlâk ile hukuk arasındaki ilişkiyi işaret ediyor gibi gözükse de– adalet ile hukuk arasındaki ilişki esasında anlamlıdır. Bu sebeple câri kanunların/ulusal meclislerin aldıkları kararların âdil olup olmadığı ile ilgili soru, son asırlarda hukuk ve siyaset düşüncesinin önemli meselelerinden birisi olarak tezahür etmektedir.
Bu ihmal ve inkâr ile birlikte, daha önce kimin yasayı bilebileceği ve kimin yasayı uygulayacağı cihetinden ortaya çıkan soruya ek olarak, kimin yasayı yapacağı sorusu ortaya çıktı ki, bu soru kimin nerede bulunacağının haklı/uygun/ (faire)/hakkaniyete uygun olduğuna kimin ve nasıl karar vereceği şekline dönüştü. Böylece hukuk, iktidar mücadelesinin aracı haline geldi. (Özellikle sömürge yönetimlerinin, Müslümanların yaşadığı bölgelerde şeriatı tartışmalı hale getiren söylemler geliştirmeleri, bu cihetten önem arz etmektedir.)
“İnsanın kendisi ile ilgili kararının zulüm olarak nitelenemeyeceği” ön kabulü, yasayı, tanım gereği kendisi ile ilgili kararlarında zulme düşmeyeceği varsayımına dayalı olarak, kendisi için de geçerli olacak şekilde sürece katılacak insanların, herkes için geçerli olarak yapabilecekleri düşüncesi, son iki yüzyıldaki adalet teorilerinin hareket noktasını, aksiyomunu oluşturdu.