Günümüzde adalet, yaygın olarak toplumsal bir aradalığın imkân ve değerlerinin vatandaşlar arasındaki hakkaniyetli dağıtımı şeklinde anlaşılır. Bireylerin kamusal yaşamda özgürlüklerini gerçekleştirebilmesi için belirli hak, statü, fırsat ve kaynaklara eşit bir şekilde erişebilmesini ifade eder. Dağıtım adaleti, bir toplumun geneli için geçerli tarafsız ve biçimsel niteliklere sahip ilkelerin tespiti ve bu ilkelerin devletin kurumsal yapısına kamusal olarak uygulanması ile somutlaşır. Bu adalet yorumu, bir siyasal toplumda neyin dağıtılmaya değer olduğu ve dağıtımın kendisi aracılığıyla yapıldığı ilkelerin belirli bir iyi anlayışı ve toplumsal ilişkilerle organik bağıyla ilgilenmez.1 Oysa adaletin iyi ve değerlerle ilişkisinin sosyal ve kültürel bağlamı, teorik ve pratik sonuçları nedeniyle kurucu bir öneme sahiptir. Adalet, bir siyasal toplulukta aileden cemaat, sivil toplum ve kamusallığa katmanlı âidiyet çevrelerine ve sosyal ilişkilerin muhtelif düzlemlerine yerleşik ve özgü çoğul değer ve normların (örneğin ihtiyaç, eşitlik, dayanışma, liyakat, erdem, iyilik vb.) kolektif olarak paylaşımından ayrı düşünülemez. Kamusal ve kurumsal dünyanın toplumda paylaşılan iyi ve ahlâk anlayışlarından türeyen çoğul ilkelerce düzenlenmesini varsaydığı ölçüde; bu toplulukçu düşünce, belirli bir siyasal kimliği, vatandaşlık erdemini ve kamusal düzeni teyit edip pekiştirir. Daha çok cari statü yapısının ve paylaşılan değerlerinin muhafazası eğilimi, ne var ki, adaletin siyasal ve ahlâkî olarak teşekkül etmiş yapısını; bu itibari yapıdaki muhtemel dışlama, tahakküm ve normatif açmazları görmezden gelebilir, dahası yeniden üretebilir. Bu yüzden adalet, tam olarak, kamusal dünyamızdaki bu tür olumsuz deneyimlerin siyasallaştırılmasında gerçek anlamını bulur. Eşitsizlik, dışlanma ve haksızlık deneyimlerini teşhis eder ve bu deneyimlere yol açan kültürel, normatif ve kurumsal yapının (örneğin piyasa, mülkiyet sistemi, devlet, hakikat rejimi) meşruiyetini sorgulamaya davet eder. Siyasal düzenin özellikle belirli söylem ve normlarıyla güçlendirdiği ve imtiyazlı hale getirdiği etik-siyasal öznelik biçimlerini sorunsallaştırır. Buradan hareketle vatandaşlar tarafından kuşatıcı bir demokratik siyasetin inşasını başlıca etik görevi addeder.