1.
Karşı karşıya kaldığımız bütün sorular ve sorunlar insanla başlar, insanla devam eder ve insanda/la biter. Varlık ve oluş kadar bilgi ve değer de insanda ve insanla hakikatini bulur. İlim, sanat, siyaset, hukuk, ahlâk sadece insan eseri değildir; insanın temâyüz etmesinin yollarını temsil ederler. İnsan kendisini ilimde, siyasette, hukukta, ahlâkta sunar; hem kendisine hem de kendisini murakabe edene.
Günümüzde birileri tam da bu varlığın ömrünü tamamladığını ve yerini daha yetkin bir varlığa terk ederek, konumu ile vedalaşması gerektiğini iddia ediyor. İlginç olan taraf, insanlar arasında imkân bulmuş, itibari güç kazanmış bir kesimin bunun mevcut insanın yetkinleşerek, yeni bir türe “evrilmesi” olarak değil de daha farklı bir türün, mevcut insanı ikame etmesi yoluyla gerçekleşeceğini umuyor, istiyor ve bunun tahakkuku için elindeki bütün imkânları seferber ediyor olmasıdır.
2.
İnsan bir taraftan bir son uç; başka bir taraftan ise baş uçtur. İnsan ile ilgili soru ve insanla birlikte ortaya çıkan bütün sorular, insanın sonda ve başta olması ile alakalıdır. İnsanın sonda olması, insanı tabiatın son ucu olarak görülmesine bağlı iken; insanın başta olması, insanın dünya kuran bir varlık olarak görülmesi ile alakalıdır.
Tabiat ve bütün kâinat, kozmolojilerin anlatısı ile, insana ulaşır ve insan tarafından “kapsanır”; insan burada bir son uçtur. Son uç olarak insan, kendisini önceleyen bütün mevcudatın anlamıdır ve bu mevcudat insan ile mânâsını kazanır.
Batı dillerinde kullanılan “fait”, “fact” ve “fall” kelimelerinin kök anlamları bu hususta önemli bir fikir verdiği gibi, Fransız, İngiliz ve Alman düşüncesinin ana karakterini ifade etmesi açısından epeyce aydınlatıcıdır. Fransızca ve İngilizcede kullanılan fait ve fact kelimeleri, Fransızcada “yapmak” anlamına gelen “faire” ve latince “facere” köküne sahip iken, Almancadaki fall, düşmek anlamına gelir. “Dünya, fall’dan ibarettir”* diyen Wittgenstein’in bu temel cümlesi, İngilizcede “Dünya, fact’ten ibarettir” şeklinde ifade edilirken, birbirlerinin tercümesi olmaktan çok, herkesin bildiğini okuduğu ve söylediği kültürlerarası bir iletişimin/tercümenin örneğini vermektedir. Fall, insanın “önüne düşen”, “hazır bulduğu” iken, fact, “yapılmış olan”dır. Almanca insanı, kendisine verilmiş olanlar içinde bulmaya hazırlarken, İngilizce ve Fransızca, (insanlar veya Tanrı veya süreç tarafından) yapılmış olan ile ilişki kurmaya hazırlamaktadır. (Wittgenstein’ın bir cümle sonra “fall”, “tatsache” [=yapılmış olan] olarak açıklaması, onu Alman düşüncesinden daha çok, İngiliz düşüncesine yaklaştırır.) Almanca’daki fall kelimesi, Arapçadaki “vâki’” kelimesine yakın bir anlamdadır. Bu ana yöneliş bir adım sonrasında insanları, kendi yaptıkları ile ve kendi yaptıkları üzerinden tanımlayan bir tavır ile kendisine verilmiş olan ile ve kendisine verilmiş olan üzerinden tanımlayan iki ayrı tavra zemin teşkil etmektedir. Pozitivizm ile idealizm ve hermeneutik arasındaki esaslı fark, bu milletlerin dillerinin sağladığı imkânlar üzerinden kolayca kavranabilir ve temellendirilebilir.
Bütün mevcudatı ve bu mevcudat içinde kendisini bulan insanı terk edilmiş olarak kabul ederek, bu varsayım üzerinden hem bütün mevcudatı hem de insanı kavramak istediğinizde, önünüze iki alternatif çıkmaktadır: Birincisi insanı tabiatın devamı olarak, tabiatın son ucunda, özelliği sınırda olmak olan bir varlık olarak görmeye götürmektedir. İkincisi ise insanı, kendi fiilleri ve oluşturdukları üzerinden kavramaya sevk etmektedir. Bu durumda insan, dünya kuran bir varlık olarak temayüz etmekte ve terk edilmiş ama, kendi başının çaresine bakmak zorunda olan, bir dünya kurup, bu kurduğu dünya ile oynayan ve bununla oyalanan bir varlık haline gelmektedir.
Nitekim kültür olarak isimlendirdiğimiz bütün mevcudatın başında insan vardır; onlar insanda, insan ile ve insan eliyle varolurlar; bunlar hem varlıklarını hem de mânâlarını insanda ve insanla kazanırlar.
İnsanın insan olarak varlığını muhafazası, tam da bu iki varlık mertebesi arasında kalabilmesine bağlıdır. İnsan, tabiileştirildiği zaman, ot veya herhangi bir canlı türü muamelesi görür. Diğer taraftan insan kendi oluşturduğu bilim, sanat, siyaset; ama aynı zamanda şirket, sermaye, kabile, devlet gibi “ürünler”in tahakkümüne düşerse, o zaman da sadece kendi emeğinin/ürününün kölesi olur.