En genel anlamıyla hümanizm, hakikatin bilinmesinde referans noktası olarak insan aklının merkeze alınmasıdır. Kökenleri itibariyle Antik döneme, Sofistlere kadar geri götürülebilen hümanizm, Protagoras’ın insanın “her şeyin, varolan şeylerin varolduklarının, varolmayan şeylerin varolmadıklarının ölçüsü” olduğu yönündeki ünlü sözü ile karakterize olunabilir. Hümanizme yönelik söz konusu arka plan dikkate alındığında, hümanizmin köken itibariyle de her türlü hakikat arayışının insânî perspektife indirgendiği ve öte dünya fikrinin bu dünya lehine terk edildiği bir anlama gönderme yaptığını söyleyebiliriz.
Tarihsel arkaplanı dikkate alındığında, hümanizm olarak nitelendirilen zihnî ve toplumsal hareketin, Rönesans düşüncesinde ortaya çıktığı ve İtalya başta olmak üzere Avrupa’nın hemen tüm ülkelerinde sanat, edebiyat, bilgi, kanun ve şehir yaşamını kuşatır hâle geldiği söylenebilir. Rönesans’la birlikte Orta Çağ düşüncesine bir tepki olarak insan düşüncenin merkezine alınmış ve buna bağlı olarak da doğaüstü veya ilâhî temellerden bağımsız sadece insana dayalı bir kültür yaratmak amacıyla, yeniden keşfedip, ele geçirmek amacıyla Grek ve Roma düşüncelerine yönelik bir geri dönüş hareketi baş göstermiştir. Kabaca ifade edecek olursak Rönesans hümanizmi de klasik uygarlıkların insan merkezli perspektiflerinin tekrar ele geçirilmesi anlamına gelmektedir. Fakat şu hususun özellikle altı çizilmelidir ki, Rönesans hümanizmi modern seküler hümanizmden farklı olarak, insan tecrübelerini her şeyin pratik ölçüsü haline getiren estetik karakterli bir akım olup, Orta Çağ’ın doğaüstü karakterdeki düşüncesiyle, modern bilimsel ve eleştirel tutum arasında yer almaktadır. Bu husus dikkate alındığında, Rönesans hümanizminin bireyin kurtuluşuna odaklandığını ve bilim öncesi çağın mistik ve estetik tabiatını bünyesinde barındırdığını söyleyebiliriz.