1.
Yükseköğretimin ve genel olarak eğitimin kendi başına varlığından söz etmekten ziyade bağlamı içerisinde ele almak, bir başka ifadeyle hangi medeniyetin dünyasında ve hangi toplumun şartları içerisinde var olduğundan, orada sahip olduğu anlamdan ve ne tür bir işlev gördüğünden bahsetmek daha uygundur. Bunun yanı sıra ne tür bir dünya görüşüne dayalı bir bilgi ve ilim perspektifi sunduğu, gerek eğitimin içeriğinde gerekse yönetim ve mekân unsurlarında hangi türden bir kültürü, değerleri ve hayat tarzını sunduğu önem taşır. Çünkü eğitim “yansız, her yer ve zamanda geçerli, kesin ve apaçık bir veri aktarımı”ndan ibaret değildir; çoğunlukla –hükümran sistemin telkin ettiği– “istendik bilgi, tutum ve davranışları kazandırır” ve içinde geliştiği dünyaya uygun insanlar yetiştirilmesine hizmet eder.
Modern öncesi dönemde (kabaca 19. yüzyıla kadar) İslam âlemi, Batı Avrupa ve Uzakdoğu’da kendi geleneklerine ve işlevlerine sahip eğitim ve yükseköğretim sistemleri bulunuyordu. Bu sistemlerin kendi iç gelişimleri ve birbiriyle etkileşimleri ilginç bir inceleme alanı olarak araştırılmayı beklemektedir. Batı’nın yükseköğretim kurumu olarak üniversite, esas itibarıyla Kardinal Newman’ın tavsif ettiği şekilde “aklî ve estetik melekeleri gelişmiş, bütünlüklü bilgi sahibi insan” yetiştirmeyi hedeflerdi. Üniversite mezunları teolog, hukukçu ve tabip şeklinde çeşitli meslekî yetkinliklere sahip olsalar da ortak özellikleri klasik dillere ve kültüre vâkıf, topluma önderlik etmesi beklenen kültürel elitler olmalarıydı. Bu insan tipine karşılık, bizim medrese–tekke eğitim sistemimizde “aklı selim, kalbi selim ve zevki selim sahibi kâmil insan” yetiştirme hedefi söz konusuydu. Medrese eğitimi alanlar kadı, müfti, imam, müderris, kâtip olarak çeşitli görevler alabilecek evsafta yetişmekle beraber esas itibarıyla aklı selim ve ahlâk–ı hasene sahibi insanlar olmaları beklenirdi. Her iki sistemde de ilgili yükseköğretimde medeniyetin üzerine kurulduğu ilah, âlem, insan, ahlâk ve toplum nizamına dair bütünlüklü bir kavrayış kazandırmak esastı. Modern anlamda araştırma söz konusu değildi, esas olan medeniyetin bilgi birikiminin aktarılması, kavranması, –yeni meselelerin çözümü yoluyla– genişletilip derinleştirilmesi ve örnek şahsiyet inşasıydı. Batı’da teknik icatların çoğunda olduğu gibi cüz’iyatın keşfi ve doğaya tahakküm hedefi de ağırlıklı olarak üniversitenin dışında gelişti.