1
Aydınlanma düşüncesinin tarihi, modern Batı düşüncesi açısından aynı zamanda ilerlemenin, çağdaşlaşmanın, sekülerleşmenin, özneleşmenin de tarihidir. Bununla birlikte Aydınlanma tarihi, ilkelin, geri(ci)liğin, çağdışının, fosil olanın, tarihin dışına atılanın, ötekinin de tarihidir. Protestanlaşma–Aydınlanma sürecinde oluşan modern metafizikle beraber sadece yeni bir bilim, yeni bir din, yeni bir ahlâk, yeni bir Tanrı anlayışı değil aynı zamanda yeni bir bilgi anlayışının da teşekkül ettiği açıktır. Bu anlamda neyin iyi ya da kötü, güzel ya da çirkin, doğru ya da yanlış olduğu söz konusu süreçte yeniden tanımlanır.
Protestanlaşma–Aydınlanma süreci ekseninde Modernite’nin evrenselliği, onun dışındaki her geleneği ve kültürü tarihin dışına atarken yeni bir dogmatikleşme, mutlaklaşma ve aşkınsallaşma hadisesini de merkeze taşımıştır. Yeni tanımları kabul eden insan, bu tanımları giyinirken evrenselleştiğini, çağdaşlaştığını ve yenileştiğini düşünmüştür. Böylelikle dünya, modern metafizik bağlamında tekçi ve totaliter bir düzlemde yeni tanımlarına, ilkelerine ve amaçlarına kavuşurken, araçsal aklın hafızası ve tarihi oluşturulmuş, buna uymayan gelenekler ve kültürler anlamsızlaştırılarak baskı altına alınmış, hatta kendileri gibi olmaya zorlanmıştır.
Protestanlaşma–Aydınlanma sürecinin evrenselliğinin kabul edilmesi, Batı kültürü, Batı felsefesi, Batı bilimi ve sanatının insanlığın nihai hedefi ve üst ilkesi olduğu düşüncesini pekiştirmiştir. Bu iddia onun kendi dogmatikliğini, mutlaklığını ve aşkınsallığını oluştururken aynı zamanda kendi çelişkilerini, zaaflarını ve zeminini kaybetme imkânını da gündeme taşımıştır. Çünkü farkın, ötekinin, benzemeyenin, üstü örtülenin, görmezden gelinenin varlığı, bir dilek ve temenniden, bir kurgudan, bir imajdan, algıdan ve simülasyondan daha sahici ve gerçektir. Nitekim bu anlamda Batı düşüncesinin kendi içinde, öteki ve farklı olan, ana paradigma ile tartışmasını ve sorgulamasını bu imkân ve gerçeklik üzerinden sürdürmüştür.
Protestanlaşma–Aydınlanma sürecinin totaliter, tek boyutlu ve evrenselci tutumuna karşılık söz konusu zeminden anti–modernist veya post–modernist eğilimler de tabii olarak zuhûr etmiştir. Kimisi var olan diyalektiği sürdürmek için, kimisi aydınlanmacı tutumun dışında başka türlü yaşayabilme, bilebilme imkânlarının varlığına dikkat çekmek için, kimisi de aydınlanmacı tutumu daha çoğulcu ve insânî hale getirmek için karşıtlığını ve eleştirilerini sürdürmüştür.
Anti–modernistlerin daha sahici diyebileceğimiz eleştirileri araçsal olarak Batı toplumuyla beraber Batı dışı toplumlarda da heyecan yaratırken, post–modernistlerin tıpkı modernistlere benzer bir biçimde daha çok algı, imaj ve simülasyon üzerinden yaptıkları kurgular ve bu kurgulara dayanan eleştiriler son yıllarda eleştiri bağlamını belirlemeye başlamış ancak bu, mevcut paradigmayı daha da kalıcı hale getirmiştir. Çünkü eleştirisinin merkezindeki çoğulculuk, çok kültürlülük, meta–anlatıların ortadan kaldırılması, müphemlik gibi tartışmalar Modernite’yi bertaraf etmek yerine ömrünü uzatmaya, Modernite dışı kültür ve gelenekleri Modernite’ye eklemlemeye matuf çabalardır. Ancak hangi biçimi olursa olsun Batı düşüncesinin kendi içindeki bu tahkik, tenkit ve tasnif süreci belli bir anlamı ve tutarlılığı da içinde taşımaktadır.
Sözünü ettiğimiz anti–modern ve post–modern süreçte Modernite’yi eleştiren ciddi metinlerin geçmişi Jean Jacques Rousseau’nun İlimler ve Sanatlar Hakkındaki Nutuk’una kadar götürülebilir. Ancak insanlığın yaşadığı iki dünya savaşı söz konusu eleştirileri daha kalıcı ve derin hale getirmiştir. Artık eleştiriler bir iç eleştiri olmakla beraber alternatif arayışları da gittikçe çoğalmıştır. Özellikle son yüzyılda Batı düşüncesi kendi içinde Aydınlanma bağlamının dışında başka türlü düşünebilme, bilme ve bilgi imkânlarını tartışmayı sürdürürken, diğer taraftan düşünmeyi, bilmeyi, bilgiyi, felsefeyi, Antik Yunan, Roma, Rönesans, Reform, Aydınlanma ve Modernite eksenine yerleştiren Batı paradigmasının tek ve yegâne insanlık tecrübesi olmadığı hususunu gittikçe daha çok tartışmaya başlamıştır.