Başlıktaki sorunun cevabını tam olarak vermeye çalışmak Nebi olmayanların yetkinliklerini aşar. Nebilerin bildiklerini ya da kendilerine bildirileni bize açtıklarında, cehdederek iletileni anlayabilir veya tecrübemizdeki karşılığını görebiliriz fakat söz konusu bilgiyi ihata edebileceğimizi söyleyemeyiz. Öte yandan bu soruya, basitçe “Nebiler nerede olduğumuzu bilirler” diyerek cevap verebiliriz.
Bahsi geçen “Nerede?” sorusu ile kast edilen uzay – zamanda bir konum değildir. Yaşayan, tecrübe edinen, doğan, ölen, (…) insanoğlunun varlığını borçlu olduğu mekândır. Onlar bu mekânın bir sahibi olduğunu bilirler. Onlara bu sorunun cevabı mekânın sahibi tarafından ifşa edilmiştir, vahyedilmiştir. Bu genişlikte ele alındığında kastedilen mekân tüm mevcudâtın içine yerleşerek varlık kazandığı ve varoluşa kaynaklık teşkil eden sahnedir.
Biz bu itibarla kaynak teşkil eden bir sahnede var oluruz. Bu sahneye içinde varlık kazandığımız mahal de diyebiliriz. Lâkin insan, hem bedenli hem de çok farklı zihnî melekelere sahip bir varlık olarak kendisini doğumundan itibaren bir sahneler çoklusu içerisinde bulur. O sahneleri tanır, o sahnelerde kendini tanır. Kaynak teşkil eden sahne “hep orada” olsa da onu unutma eğilimine girebilir. Bilmek, insanın bu sahneleri, sahnelerdeki var olanları ve onlarla irtibatı içerisinde kendisini tanıması, aşinalık kazanmasıdır.
Her insan (ve her canlı) her bulunduğu sahnede çok farklı boyutlarda, çok farklı konumları işgal ederek var olur. Üstelik bu konumlar sabit de değildir; insan aynı sahnede farklı konumlara geçiş yapabilir. İşgal edilen her bir konum sahneyi farklı bir nokta–i nazardan seyretmesine vesile olur. Bilmek, sahnedeki konuma göreli bir hal alır. Dolayısıyla sahnedeki farklı boyutların ve konumların bir dökümünü yapmaksızın, bilmenin hakkıyla çözümlenmesi mümkün değildir.