Zihin ve gerçeklik meselesiyle ilgili tartışmaların çerçevesini, on sekizinci yüzyıldan itibaren, ikisi epistemolojik biri ontolojik üç varsayım belirler hale gelmiştir. Epistemolojik iddialardan ilki David Hume’a aittir. Tümevarım problemi olarak da bilinen bu iddia, şeylerin gelecekte de şimdi benim algıladığım gibi olmaya devam edeceği yönündeki bir beklentinin akıldışı olduğunu vurgular: Şu an yediğim ekmeğin beni doyurduğunu algılıyor olabilirim ama ekmeği ikinci defa yediğimde yine beni doyuracağını iddia etmek için bir gerekçeye sahip değilim. Hume, bu epistemolojik iddiasını ontolojik bir varsayıma dayandırır. Bu varsayım, şeylerin şimdi algıladığım gibi özellikler sergilemeye devam etmesini sağlayacak, şeylerin içinde ya da dışında bir yeter nedenin bulunmadığını ifade eder. Hume’a göre şeylerin içinde bir yeter neden bulunmaz çünkü ekmeği ekmek yapan ve tüm ekmeklerde görülmesi beklenebilecek bir tabiat ve o tabiata özgü bir doyuruculuk kuvvesinden söz edilemez. O, bu türden içkin kuvvetleri reddetmekle kalmaz; ekmeğin her seferinde doyuruculuk özelliğini sergilemesinin arkasında ilâhî iradenin bulunduğu yönündeki anlayışı da reddeder. İçkin tabiat veya kuvvet fikrini savunanlar, Hume’un yaşadığı dönemde, akıl ve hikmet sahibi Tanrı’nın kendi hikmetini yansıtacak şekilde şeylere yekten akıl dolu bir kuvvet tenfiz ettiğini ve evrendeki düzenin, işleyiş ilkeleri matematiksel bir yolla keşfedilebilecek bu kuvvetten kaynaklandığını düşünüyorlardı. İlâhî irade fikrini savunanlar ise doğadaki düzen ve sürekliliğin arkasında, ilâhî iradenin şeyleri hep böyle yaratma yönündeki alışkanlığının (Gazâlî’nin deyimiyle ‘âdetu’lllâh veya 17. yüzyıl’ın iradeci ampiristlerinin deyimiyle God’s habit) bulunduğunu düşünüyor ve ilâhî âdetten kaynaklanan bu sürekliliğe dair deneyimlerimizi yasalar yoluyla genelleyebileceğimizi iddia ediyordu. Hume’un şeylerin gelecekte başka türlü değil de böyle olmaya devam edebileceğine dönük inancını kaybetmesinin arkasında, bu iki metafiziksel iddiaya dönük şüpheci tutumu bulunur. Bu şüpheci tutumun arkasında ise Hume’un ikinci epistemolojik varsayımı bulunur: Doğrudan doğruya duyu algılarımıza indirgenemeyen, dolayısıyla onlardan türetildiği gösterilemeyecek herhangi fikir anlamsızdır. Bu ilke gereğince Hume; Tanrı, tanrısal bilgi, tanrısal yaratma, tanrısal irade, akledilir kuvvet gibi metafiziksel fikirlerin anlamlı bir şekilde ifade edilemeyeceğini savundu. Bu fikirler doğadaki düzen ve sürekliliğin yeter sebebi olarak vazedildiği için artık onların yokluğunda doğada düzen ve süreklilik temin edecek bir ilke de bulunmayacaktı. Sonuç olarak Hume’a düşen, bu türden ilkeleri reddederek doğada sürekliliğin bulunmadığını savunmanın rasyonel olduğunu fakat sanki doğada süreklilik varmış gibi acıktığı her seferinde ekmeğe yönelen insan iradesinin irrasyonel olduğunu söylemekti. Buraya kadar Hume’un vazettiği iki epistemolojik, bir ontolojik iddiayı şöyle formüle edebiliriz: